?>

ÇOCUKLUK PENCEREM

Ayşe BENEK KAYA

10 ay önce

Höllük temizlenip elendikten sonra evin uygun bir yerinde saklanırdı. Doğum kontrolünün olmadığı, hemen her yıl çocuk doğuran annelerin bulunduğu ailede höllük çok önemliydi. Bebeklerin kundak bohçalarının üst kısmında kol bezi olduğu gibi alt kısmında da büyükçe bir höllük bezi vardı. Tenekeye konup sobada ısıtılan höllük o beze dökülür, pöçüğü sıcak höllüğün üzerine atılarak hem eli yakmaması, hem de sıcaklığın eşit dağıtılması için karıştırıldı. Arzu edilen ısıya gelince bebek üzerine yatırılır, elleri kolları sıkıca sarılarak kundak edilirdi. Bebek, sıcacık yatar, saatlerce uyurdu. Yalnız bebekler değil lohusa kadın da elleri kınalanıp ısıtılmış höllüğe sıcak sıcak yatırılırdı. Evlerin içine çeşme, hayatımıza da deterjan girmeden önce kab-kaşık höllükle temizlenirdi. Koca mahalleye bir çeşme… Eve su taşıyan mı dersin, çocuğunun boklu bezini yıkayan mı dersin, ıspanak-pırasa yıkamak isteyen mi dersin! İnanın bir âlemdi. Onca keşik bekleyen insanların arasına bir de, ya çocuklar ya da yoldan geçenler girer; “Canım, müsaade et de bir su içeyim.” demez mi? Adamın deli olası gelirdi. Ya densizin biri acelesinden olmadık şeyi senin çamaşırının yahut bulaşığının üstünden yıkar, hadi ne yapacaksan yap!... Özene-bezene höllüklediğin bulaşıklar sıran gelene kadar güneşin alnında kupkuru kesilirdi. Sıran geldiğinde de arınmayla arınmazdı. Kadınlar ya keşiğe girer bekler ya da keşiğini öğrenip evdeki işleri görmeye giderdi. Aşağı-yukarı tahmin üzere çeşmeye gelir, sırası gelmişse işini çabucak görüp, gitmeye bakardı. İşte bu beklemeler sırasında kadınlar hâl ve ahvâl üzere her cinsten sohbet ederlerdi. Bu yüzden herkes herkesin her şeyinden haberdar olur, hayır-şer bilinirdi. Yardımlar kimse istemeden yapılırdı. Odun-kömür de vakitlice alınır, yerine yerleştirilirdi. Kok kömürü bulmak, almak herkesin harcı değildi. Kok kömürünün yeri hanımlar için bambaşkaydı. Hele de maltız yakılacaksa illâ da evin herifi, bu kömürü alması için ikna edilirdi. Cizre kömürü dendi mi kadınların tüyleri diken diken olurdu: “Anam iyi hoş da ne ki, ısıtmaya iyi ısıtıyor da hafta bir, soba silkeleyeceksin.” “Mübarek borunun içinde püskül bağlıyor.” “Adamın ömrü soba silkelemeyle mi geçecek, baba çıksın herif!...” diye söylenirlerdi ama yine de onca kahrına rağmen birçok evde Cizre yakılırdı. Biz şanslıydık. Çünkü babam atölyeci olduğu için biz hep atölyeci kömürü yaktık. Ya odunlar… Gürgen mi, çam mı?... Her neyse… İnatçılar balta, nacak yardımıyla kırılır, tuturuhlar yapılır, odunluklara boylarına göre sıra sıra dizilirdi. Çıra olacak çamlar tek tek didilerek soba yakmaya hazırlanırdı. Bazı evler mangal kullanırdı, bunun için de özellikle meşe odunu alırlardı. Hacı Annem’in, İsmet Annem’in evinde mutlaka mangal yakılırdı. Meşe odunu sobada yakılır. İyice yanıp dumanı çekildikten, sonra gelberiyle köztavasına çekilir, usulünce mangala konurdu. Hem evi ısıtması hem de yemeği pişirmesi için odanın orta yerine alınan mangalın üzerindeki hareketli demirler tencerenin büyüklüğüne göre ayarlanır, daha önce sobada kaynara çıkartılan yemeğin bakır tenceresi bu demirlerin üzerine oturtulur, orada kendi halince tıkır tıkır kaynayarak pişerdi. Babaannemin “Sarı Kız, Kara kız” diye ad koyduğu iki ineğimiz vardı. Onları seve seve, onlarla konuşa konuşa bakımını yapar, sütlerini sağardı. Ayrıca tavuklarımız da vardı. Onların “Gıdak!.. Gıdak!...” seslerinden sonra folluktan yumurtaları toplamak en büyük zevkimizdi. Tavukların üzerine yatarak ısıttığı folluğun saman kokusunu burnum, o yumurtanın sıcaklığını ise avcum, o zamandan bu zamana bir kere daha hissetmedi. Mahalleler kültür hayatının en canlı yaşatıldığı, intikallerin en güzel şekilde yapıldığı yerlerdir. Bu anlamda bizim ev, mahallenin en çok girilip çıkılan, akıl danışılan, şifa aranılan eviydi. Kimin kırığı çıkığı olsa, pöçüğü batsa (kuyruksokumu kemiği) soluğu bizim evde alırdı. Madavur (yumuşak damak inmesi), bizim evde yine babaannem tarafından çekilirdi. Yeni doğmuş bebek, meme emmekte zorluk çeker, “cık cık” diye ses çıkarır, bıngıldağı normalden çok açık olursa, bu şikâyeti olan bebekler tavsiye yoluyla bize getirilirdi. Babaannem el yordamıyla yoklar, bir-iki de soru sorar, çocuğun madavurunun olup olmadığına karar verirdi. Bebeği getirene; “Ne diyorsun basıyım mı?” yahut da; “Bu çocuğun madavuru inmiş, bas derseniz basayım.” diye sorardı. Onay çıkarsa da elini yıkar, sağ işaret parmağını çocuğun ağzına sokar, sert damağın bittiği, yumuşak damağın başladı yer olan küçük dilin iki yanına iyice bastırırdı. Bu esnada canı yanan çocuk nefesi kesile kesile ağlar, yanında gelenler de olan bitene hayret ederlerdi. Madavuru çok olan çocuk, bazen birkaç gün üst üstü basılır, bazen de gün tayin edilir ve o gün getirilmesi istenirdi. Gittikçe süre uzatılır, çocuk askere gidene kadar, gelin olana kadar basıldığı da olurdu. Hatta usulünü öğrenen genç, zaman zaman kendi damağını kendinin de bastığı olurdu. Yalnız bu mu? Bu gün insanların şişe şişe “Alternatif Tıp” dedikleri mevzuda da evimizde her çeşit tedavi yapılırdı. Buna karşılık “doktora gitme” konusunda asla tembellik edilmezdi. Çünkü doktorluk, son derece saygın ve bizlere çok hayalî gelen özel ve ancak özel insanların icra edebileceği bir meslek dalıydı. Babaannemin maharetli olduğu diğer bir mevzu da mum dökme işiydi. Uzun süren hastalığı atlatamayan, nazar değdiği şüphesi taşıyan, korktuğunu ve bunu bir türlü üzerinden atmayı başaramayan kişi gelir, mum dökülmesini isterdi. Bu “mum dökme” işi şöyle gerçekleşirdi. Büyükçe bir kalbur veya gözerin içine soğan, süpürge çöpü, yün eğirmek için kullanılan sapı çıkarılmış iğ başlığı, bir tas su, ayna, mum dökülecek kişi kadınsa kadın erkekse erkek ayakkabısının teki konulup, hazırlanır. Mum dökülecek kişi yere bağdaş kurularak oturtulur. Hazırlanan kalburu biri eline alır, bu kişinin başı üstünde tutar. O sırada özel kabında eritilen mum kalburdaki iğ başlığının deliğinden tastaki suya akıtılır. Eğer akma sırasında bir tıkanıklık yaşanırsa kalburdaki süpürge çöpü yardımıyla deliğe müdahale edilir. Suya dökülen sıcak mum anında katılaşır ve suyun yüzünde çeşitli şekiller alır. Kalbur baş üstünden alınarak bir kenara konulur. Suyun yüzündeki mum ele alınır. Şekline ve alt tarafındaki kabarcıklara göre yorum yapılır. Tastaki sudan birkaç yudum, mum dökülen kişiye içirilir. Sonrada mum döken kişi elini tastaki suya batırarak o kişinin üstüne-başına, sağına-soluna elindeki suyu serper. Buna “parpulama” denir. Mum da eline verilir ve bir şeye sarıp gece yatarken yastığının altına konması istenir. Böylece hastalıktan, nazardan ve korkudan kurtulmuş olacağına inanılır. Çocukluğumun damak tadı diyeceğim birçok yiyeceği bu gün elimizin tersiyle bir kenara attık. Her mevsimin kendine özgü yemeği, ekmeği ve çerezi olurdu. Kış gecelerinin vazgeçilmezi çedeneli kavurga, kırık leblebiyle çekirdeksiz sarı üzümdü. Yemekler başlı başına bir yazı konusu olduğu için çok fazla ayrıntıya girmeden bir kaçını saymak istiyorum: Madımak, evelik, kavurma herlesi, keleçoş, peskütan çorbası, ayran çorbası, hıngel, turşu kavurması, işkembe dolması-çorbası, kelle-paça, mantı böreği, çeşitli pilavlar, hoşaflar… Hangi biri nasıl anlatılır bilmem? Ya ev ekmeklerine ne demeli?.. Evden ya da komşudan ödünç alınan “ekşi hamur” la yoğurulan ekmekler, mahalle fırınlarına götürülür, keşik beklenip mis gibi pişirilirdi. Önce fırıncının hakkı verilirdi. Sonra da yolda karşılaşılan tanıdık ve tanımadıklara kim olursa olsun; “Canım şurdan bir sıcak al!” diye teklif edilir veya hakkı verilerek eve getirilen taze ekmekle; “peynir düremeci”, “çökelik düremeci”, “kıyma düremeci” ya da “yumurta düremeci” yapılarak sıcak ekmeğin keyfi çıkarılırdı. Hatta taze ekmeği boş boş yemek bile onun keyfini çıkarmaya yeter de artardı bile… Daha sonra ekmeğin bir kısmı “küflenip ziyan olmasın.” diye iplere asılır, ihtiyaç duyulduğu zaman iki tarafından tutulup nazikçe kırılır, suya batırılarak yenirdi. Yine mahalle fırınlarında pişirilen ama arada bir yapılan “Çörek”, “Gırdük” (Kırdök), “Peksimet”, “Pağaç” gibi tatları yemeyeli o kadar uzun zaman oldu ki, unuttuk bile… Peksimet, kepekli undan mayalı olarak yoğurulur, küçük parçalar halinde yumaklanır. Sonra da parçalara ayrılarak fırında pişirilir. Fırından çıkan peksimetler fırın ısısı belli bir ayara düşene kadar dışarda bekletilir. Fırın ısısı istenen ayara gelince peksimetler yeniden fırına verilir. Arada sırada karıştırılmak suretiyle orada iyice içini çekip, gevremesi için iki gün bekletilir. Pağaçsa; ekşi hamur, un, tuz, su ve yağla yoğrulur. İstenirse -ki çoğu zaman istenir, içine kahırdak konulur. Mayalı da olur, mayasız da… Yalnız çörek hamurundan daha berk yoğrulur. Çörek büyüklüğünde ama ondan daha ince açılır, yüzüne yumurta sürüldükten sonra da ince tırnak çekilir. Çöreğe göre hem ince hem de gevrek olur. Gırdük hamuru beyaz undan yapılır. İçine maya, süt, yağ, tuz konularak yoğurulur. İki parmak kalınlığında şeritler haline getirilen hamur tepside dört parmak kalınlığında verevine verevine kopartılmadan kesilir. Aynı peksimet gibi piştikten sonra fırında gevremesi için iki gün tutulur.Bu türden yiyecekler, hac gibi uzun yola çıkılacağı, çermiğe gidileceği zaman yapıldığı gibi uzun kış gecelerinde tüketilmek üzere de hazırlanırdı.  DEVAMI YARIN
YAZARIN DİĞER YAZILARI