Çocukça yaşadığım, tadı damağımda bir başka lezzet var ki; baca pilavı. O ikide bir loğ taşıyla loğlanan, toprak bacalı (damlı) ama içinde mütevazı, mutlu-mesut, her türlü edep ve hayâyı şiar edinmiş insanların yaşadığı evlerin bacalarında, pişirilip yenen “Baca Pilâvı…” Baharın gelmesini dört gözle beklerdik. Babaannemin tabiriyle “Sultan Navruz”, arkasından “Eğrilce” ve “Sıçancık”; dışarıya dair yaşadığımız en güzel eğlencelerdi. Küçücük boyumla adam boyu zannettiğim ama büyüyünce anladığım bacamızı saran bir karış otlar içinde o pilâvı yemek bütün çocuklar için ayrıcalıktı. Akşamdan karar verilen, gece onun hayaliyle yatıp; “İnşallah yağmur yağmaz! İnşallah bir aksilik olmaz!” diye dua ede ede uykuya dalan biz çocuklar sabah güneşinin ışığıyla gözlerimizi ovalaya ovalaya dışarı çıkıp önce etrafı kontrol ederdik. “Hava açık mı değil mi? Ya bugün pilâv yapılmazsa? Ya ertelenirse?..” korkusu yaşadığımız da olurdu. Konu-komşu çocukları bir araya gelir; kimi bulgur, kimi yağ getirirdi. İçimizden birinin annesi hiç kızmadan nazlanmadan pilâvı pişirirdi. Pilâv pişene kadar kızlar, erkekler ayrı ayrı oyunlara dalardık. Yerden yüksek, elim sende, köşe kapmaca, aç kapıyı bezirgân başı, menekşe mendilekşe, elham ı gödelek, dombik, istop gibi daha birçok oyunlar oynardık. Bazen çizgi oynar, bazen de tek ip, çift ip atlardık. Pilâv pişip de hazır olunca hep beraber bacada dayalı duran ağaç merdivenden çıkardık. Biraz büyük olanlar o mis gibi, yemyeşil, türüm türüm tüten otların üzerine sofra bezini yayardı ama otlar sofra bezini sanki başının üstünde taşır gibi dururdu. Bizim oturmamızla beraber yere değen sofra bezinin ortasına pilâv tenceresi konur, elimizde kaşıklar en büyüğümüzden gelen komutla beraber, kaşıklarımızı pilâva daldırıp havaya kaldırırdık. Sonra da hep bir ağızdan; “Aleheeey! Kaşığımızdan yağ damlıyor!...” diye bağırırdık. Ondan sonra hepimiz büyük bir iştahla pilâva kaşık çalardık. Yeme işi bittikten sonra bacadan sırasıyla iner, seçtiğimiz oyunları oynamaya devam ederdik. Büyük küçük herkes birbirine karşı hem saygılı hem de dikkatli olur, üzerine düşen vazifeyi kimseye söylettirmeden yerine getirirdi. Artık “baca pilâvı” yemek hayal de, bari rüyamda görsem ona da razıyım.Hangi birini anlatıp, hangi birini yazsam diye düşünüyorum. Daha anlatılacak öyle çok şey var ki! Mahalle bakkallarında satılan Baylan sakızı, baston çikolata ile koca koca varillerde litre işi satılan gaz yağını mı, ispirtoyu mu?… Veresiye defterlerini mi?...Çöplerden, gazoz kapaklarından, çal-çaputtan yaptığımız bebekleri mi, yoksa ilk örgü deneyimlerimizi şiş bulamadığımız için telekle ördüğümüzü mü? “Evcilik” oyunlarını mı?“Nohut oda, bakla sofa” diye tabir ettiğimiz küçücük evlerde oturan mahalle kızlarının şerbetinde, çeyizinde nispeten daha büyük olan evimizi teklifsiz açtığımızı mı? Mahalledeki cenazenin haberi alınır alınmaz, cenaze sahiplerine sormadan evin kapılarını iç eşikten dış eşiğe kadar dayadığımızı mı, yemek görmeleri mi, hangisini anlatayım?Ölüm-doğum, düğün geleneklerini mi, hamam kültürünü mü, yoksa tekke önüyle çermik maceralarını mı? Eş-dost veya tanıdık birinin bostanına gidip alaçıkta oturduğumuzu, orada yatıya kalıp gece yıldızları seyrederek yaptığımız konuşmaları mı, çektiğimiz uykuları mı, anlatayım?Ramazan hatıralarını mı, horoz şekerini mi, memmecim giliğimi, seher hatimlerini mi? Yoksa bayram arefelerinin telaşlı koşturması ile sonuçlanan gecenin sabahında, evdekilerle bir an önce bayramlaşıp, Hatice Halamın bize aldığı bayram hediyesini almak için pür telaş onun evine koştuğumuzu ve onun bizi ne kadar sevindirdiğini mi? Onun yıllar boyu hiç usanıp bıkmadan anlattığı masallarla hayal dünyamın ne kadar uçsuz ve bucaksızlaştığını mı? Neyi anlatayım, hangi birini anlatayım!..Mahalledeki yaşlı kadınların ellerinde çığrıkları, iğleri, şişleri ve yün taraklarıyla her gün bizim evi mesken tuttuklarını, bu arada hayata dair edilen sohbetleri mi? Yoksa hem mahalle sakinlerinden ihtiyaçlı olanlara, hem de iki mahalle ötede oturan annemin halasına her gün yemek taşıdığımızı mı, anlatayım.Her gece buz gibi odayı sımsıcak hale getiren tuc gibi olmuş teneke sobanın yanında altı kardeş kuru ekmeği suya batırarak zeytinle beraber yerken ettiğimiz sohbetleri mi? Abimin babamdan habersiz arada bir gittiği sinemada seyrettiği filmi anlatırken ki hissettiklerimi mi? Ememin illâ da okumamızı istediği dualarla, yatma adabına ilişkin uyarıları mı, anlatayım?Gerçekten saymakta ve yazmakta zorlandığım öyle çok şey var ki… Helâl olsun be! İyi ki böyle bir hayatım olmuş. Gururlandım doğrusu… Meğer fildişi kulelerde oturup, puslu camlardan bakanlara inat, küçücük evlerde oturup büyük yüreklerimizle nurlu pencerelerden bakmışız. Hatır-gönül saymamın, saygı-sevgi çerçevesi içinde hareket etmemin, daima doğru ve dürüst olmamın, en önemlisi de dayanma ve kaldırma gücümün nereden geldiğini bir kez daha anladım.Bütün bu yazdıklarım yeni nesil tarafından “Çağ dışı” olarak addedilse de, anlaşılmasa da benim için yaşadığım her şey ayrı ayrı bir değer, ayrı ayrı bir tecrübe olarak ruhuma işlemiştir. Böyle düşünüyor ve böyle inanıyorum. Aile ve toplum hayatında var olmak, bir olmakla mümkündür. Ne zaman “Biz” olmaktan çıkıp “Ben” olmaya başladık; birçok şeyi de hızlıca kaybettik. Dikkatli düşünüp, dikkatli hareket etmezsek kayıplarımızın bedelini ödeyemeyeceğimiz gibi kaybedecek bir şeyimiz de olmayacak. Bizden sonrakilerin önce evlâtlarına sonra da gelecek nesillere ne bırakacaklarını ve ne anlatacaklarını gerçekten çoook hem de çoook merak ediyorum.