Büyük bir eserin önündeyiz. Batılı sanat adamlarının “Anadolu’nun Elhamra’sı” diye övgüler düzdüğü bir eserin... Hatta bizim de bu benzetmeyle Elhamra’nın övünmesi gerektiğini düşündüğümüz müthiş yapıtın önündeyiz.
Nerede olursa olsun, şehrin başında bir taç gibi duran eserlere her bakışımda, “bu eser benim kulağıma ne fısıldıyor?” diye düşünürüm.
Yapan güzel insanın, gayesini anlatıyor mu?
Bir hikayesi var mıdır?
Tarihin derinliklerine ait sırlardan bahsediyor mu?
İşte Divriği Ulucamii’ne de bu gözle baktım...
Bu koca eserin Divriği halkından başlayarak, Türk milletine, İslam alemine ve bütün insanlığa ne söylediğini düşündüm uzun uzun.
Bana göre, verdiği ilk mesaj; hoşgörü;
Sekiz yüz küsur yıldır bir taç gibi Divriği’nin başında duran Ulucamii, Kale’nin eteklerinde bugün hala kalıntıları bulunan kilise ile yan yana dururken, sanki şunu söylüyor bize.
“Bu topraklarda farklı din, dil ve ırktan insanlar asırlar boyu kardeşçe geçinmeyi, komşuluk ilişkilerini sürdürmeyi, şehrin gelişimi için elele vermeyi başardılar.”
Bu bence Ulucamii’nin en az duyulan ama en yüksek sesle haykırdığı mesajdır.
Ulucamii gibi dev bir eseri buraya diken güç, tabii ki bu sekiz asır içinde kendi fikrinde, dininde, inancında olmayan unsurları silmeye, asimile etmeye de muktedirdir. Ama bu güç bunu asla yapmamıştır. Teşebbüs dahi etmemiştir.
Kilise yıllar yılı kendilerine gelenlere kapısını açmış, Ulucamii de Müslümanların mabedi olmuştur.
Bu cami ve kilise arkadaşlığı yıllar yılı büyük bir olgunlukla sürüp gitmiştir. Ta ki yirminci yüzyılın başında Osmanlı’nın sadık millet olarak tarif ettiği, Ermeni vatandaşların arasından çıkan ve aslında aklı başında hiçbir Ermeni’nin tasvip etmediği, bir avuç komitacının işgalci güçlerle bir olup, Türk Milletini arkadan hançerleme eylemine kadar devam etmiştir.
Ulucamii bu haliyle dünyaya bir tarihi olaya tanıklık etmekte ve dünyaya şöyle seslenmektedir:
“Ben sekiz yüz yıl kiliselerle arkadaşlık ettim. Kiliselere giden binlerce Ermeni’nin dinlerinin gereğini büyük bir huzur içinde yerine getirdiklerine şahitlik ediyorum. Divriği bu haliyle, hoşgörü noktasında dünyaya örnek gösterilecek bir beldenin adıdır.”
Ulucamii’nin verdiği ikinci mesaj; hiç şüphesiz barış mesajıdır. Barış hiç şüphesiz hoş görü kavramının da kardeşidir. Barışı sağlamak için hoşgörüye, hoşgörüyü pekiştirmek için de barışa kesin olarak ihtiyaç vardır.
Mengücekoğulları tarihte zamanını savaşla geçiren bir beylik olarak anılmaz. Bu yüzden kuvvetle muhtemeldir ki silahlanmaya ne büyük ölçüde para harcamışlardır, ne de zaman. Oraya harcayacağı zaman ve ödeneği, şehrin imarında, halkının refahında harcamıştır.
Bu güzel mesaja şu an, hem içinde bulunduğumuz bölgenin, hem de dünyanın ne kadar ihtiyacı var, şöyle bir düşünelim.
Körfez savaşlarını, Irak’ın işgalini ve bütün bunların insanlığa verdiği zararı da göz önüne getirelim. Dünyanın başka bölgelerinde de yaşanan acılar gibi...
Ulucamii bu konudaki mesajını verirken şöyle diyor:
“Eğer Mengücekoğulları zamanını savaşla geçirseydi, bir başka deyişle barışı tercih etmeseydi, benim gibi bir eseri yarınlara bırakamayacaktı!”
Ulucamii’nin söylediği üçüncü mesaj, “Sabır ve emeğin, başarının şartı” olduğudur.
Tarihte büyük zaferlerin üstünde iki imza vardır... Bir tarafında sabrın tuğrası vardır, diğer yanında emeğin imzası.
Bu ikisi el ele tuttuğunda, kol kola girdiğinde, sırt sırta verdiğinde neler olmaz ki?... Truva atları yapılır. Gemiler karadan yürütülür. Ya da işte böyle her gelenin hayranlıkla seyrettiği eserler yükseltilir.
Sabır olmasaydı, emek eksik kalsaydı bu mabed bu kadar güzel olur muydu?
Taş ipliğe çevrilip, çekiç tığın vazifesini yaparak motif işlenebilir miydi?... Kanaviçeyi andırır mıydı taş?
Ulucamii’nin muhteşem motiflerinin verdiği dördüncü mesaj kültürün ve sanatın evrenselliği mesajıdır.
Bildiğiniz gibi Ulucamiiyi gözde kılan özelliklerinin bir çoğu kapılarında yoğunlaşmıştır. Hatta bu esere bakan bazı sanat adamları;
“Camii mi kapılar için yapılmış, kapılar mı camii için?” sorusunu sormuşlardır.
Yine bilindiği gibi, motiflerde, desenlerde, oymalarda bir simetri yoktur; varmış gibi gözükse de. Bu, motiflerin tekrarlanmaması gibi bir özelliği de sağlar. Bir güzellik zenginliğini getirir beraberinde.
Ulucamii’nin yapımında denmeyen tek kelime “neyse”, yüz bulmayan tek kavram da “ihmal”dir.
Ben öyle inanıyorum ki, bu cami, Doğu ve Batı kültürünün muhteşem ve eşine az rastlanır değil, hiç rastlanmayan tek örneğidir. O günün şartlarında, iletişim ve ulaşım olumsuzluklarına rağmen, Yakın Doğu, Uzakdoğu, Avrupa, Asya ne kadar medeniyet varsa, hepsinden istifade edilmiş ve bu yüzden eşine az rastlanır bir şaheser çıkmıştır ortaya. Mabedin yapımında gayrimüslim tabir edilen yabancı milletlerin objeleri de kullanılmıştır. Bu haliyle bir Doğu-Batı sentezi dersek, sanat tarihçilerinin tepkilerini toplamayız sanıyorum.
Motiflerde gizlenen beşinci mesajsa, Mengücekoğulları’nın ve onların devamı niteliğindeki Selçukluların güzel sanatlara verdiği önemle anlatılabilir
Muazzam bir taş işçiliğinin mevcut olduğu eserde, çeşitli çiçek, hayvan motiflerinin yanı sıra insan motiflerini de rastlanır.
Küçükken, yani 1960’lı yıllarda Ulucamii’i ziyarete geldiğimiz de, çocuk heyecanımızla, bu görkemli eseri yaptıranların, -kimi görüşlere göre ustaların- kabartma resimlerini arar bulurduk. Arar bulurduk diyorum; zira yeri sanki gizli gibidir bu kabartma resimlerin. Şifaiye kapısının sol sütunları arasındadır bu resimler.
Bir büyüğümüz yanındakilere açıklamalarda bulunurdu:
“İşte şu erkek başı Ahmet Şah, diğeri de Melike Turan Melek.” Biz bir grup çocuk başımızı adeta zorla uzatarak görebilirdik o günlerde.
Çok netti kabartmalar. Poz vermiş gibi omuz omuza dururlardı.
Ve ne yazık ki bundan asırlarca önce malını mülkünü Allah’ın sevgisini kazanmak için harcayanlardan daha dindar olduğunu sanan zavallılar, belki de sevap kazanmak niyetiyle bu bölümü tahrip ettiler. Gençlik dönemlerimize girerken kabartmaların çehreleri silindi.
Beni asıl üzen, bu ulu mabede zamanın ve ihmalin verdiği zararın ötesinde, cahilane yapılan bu kasıtlı kötülüktür.
Ve şimdi artık trilyonlar sayılsa bile, o kabartmalar oraya yeniden yerleştirilemez. Duyulan hüznün geri dönüşü olamaz. Ben ve benim gibi, bu kabartmaları gören şanslı nesil de rahmanın rahmetine kavuştuktan sonra tamamen unutulacak, yazdıklarım bile gelecek kuşak tarafından “doğru muydu acaba?” kuşkusuyla anılacak.
Ulucamii’nin sanata ve özellikle güzel sanatlara verdiği önemi bilebilsek, mesajını doğru algılayabilsek, bugün bile o anlayış seviyesini bir çok alanda yakalayamadığımızı görürüz.
Ulucamiinin fısıldadığı altıncı mesaj samimiyettir.
Bu camii inşaa edecek güce sahip olan Ahmet Şah ve Melike Turan Melek’in kendilerine ait, içinde yaşadıkları, sarayvari görkemli bir yapı yoktur Divriği’de. Onlar samimi bir dinden olduklarını ispat etmişlerdir bu tavırlarıyla.
Onlar saraysız şahlardır, melikelerdir. Herhangi bir vatandaş gibi, özelliği olmayan evlerde hayatlarını sürdürmüşlerdir.
Ve bu samimiyetleri bu kutlu Camie nakşedilen sözlerle de perçinlenir; “... Tanrı’nın rahmetine muhtaç güçsüz kul; Ahmet Şah”
Ulucamii’den işittiğim yedinci mesaj ise pozitif ilimlere verilen önemdir.
Herhangi bir inşaatın önünden geçerken bir levha dikkatinizi çeker.
Üzerinde projesini çizen mimarın, statiğini yapan inşaat mühendisinin, kalorifer v.s. işlerine ait makine mühendisinin, enerji ile ilgili olarak elektrik mühendisinin adlarını görürsünüz. İnşaat işi kolay bir iş değildir. Her şeyden önce jeoloji mühendisinin zemin etüdü gereklidir.
Bundan sekiz yüz yıl önce zemin çok iyi yapılmış, mimarisi, statiği çok iyi hesaplanmış olmalı ki, bu muhteşem eser yıllara meydan okumuş, zorlu iklim şartlarına, tabii afetlere karşı durmuştur.
Bu da Mengücekoğullarının pozitif ilimlere vakıf olduklarının ve bunu iyi kullandıklarının çok önemli bir kanıtıdır.
Ulucamiinin sekizinci mesajı, kadın hakları ile ilgilidir ki, günümüze tuttuğu en parlak ışık budur bence.
Düşünün bir kere! Yıl 1228 ve Melike Turan Melek isimli bir hanım, koskoca Şifaiye’yi yaptırıyor. O kudreti kendinde buluyor.
Biz biliyoruz ki Türk Beyliklerinde Hakanla Hatunun imzaları, mühürleri ya da tuğraları yan yana bulunur. Herhangi önemli bir işte ikisi beraber karar verir. Şölenlerde, merasimlerde yan yana oturur.
İslamiyet’te de buna mani hiçbir hüküm yoktur. Ve işte bunu Ulucamii’nin ve Şifahane’nin yapımında bu özellik net bir şekilde görülüyor. Türk’ün ve Müslüman’ın kadına verdiği önem bu camiide silinmez bir vesika olarak duruyor, banileri asırlar önce ebedi aleme göçtükleri halde, eserleri omuz omuza yaşamaya devam ediyor.
Ulucamii’nin dokuzuncu mesajı da enteresandır.
Bu mesajla hurafeyi yerden yere vurmaktadır. Sağlık alanında, büyücünün, üfürükçünün, muskacının suratına müthiş bir tokat vurmuştur o yıllarda. Su sesiyle ya da müzikle tedavi metodunun ta o çağlarda Şifaiye’de uygulanmasının Batıya ve Doğuya verdiği mesajın güzelliğini düşünebiliyor musunuz?
Ki o çağlarda Batılılar, psikolojik rahatsızlığı olan hastaların içine cin girmiş, şeytan musallat olmuş diye yakılıyorlardı.
Ve Ulucamii’nin onuncu ve sonuncu mesajı sevdadır.
Bu mesaj önce Mevla sevdasıdır. Bir şah, bir saray yeri; eğlence mekanı yerine bir ibadethaneyi açıyorsa, burada akla gelen ilk aşk, Allah aşkıdır.
Sonrası Allah’ın baş eseri olan insan sevdası. Onların hem dini hem de sağlık ihtiyaçlarını karşılayacak dev bir eser ortaya koymak insana duyulan sevdanın göstergesidir.
Sonra sanat aşkı, sanat sevdasıdır.
Sanat aşkı olmasaydı, kapılardaki motifler, desenler bir kelebek kanadı güzelliğinde olur muydu?
Hayır asla olmazdı. Sevdasız hantal, taş yığını bir bina ortaya konabilirdi. Bu güzellikte bir eser asla vücut bulamazdı.
Bu on mesajı biz beş duyumuzla hissedeceğiz. Yaşayacağız. Farkında olacağız.
Nasıl mı?
Bu atmosferde derin derin nefes alıp tarihi koklayacağız. Siz koklayın şöyle bir, kafede, parkta, düğün salonunda v.s. yerlerde asla duyamayacağınız farklı bir kokuyu iliklerinizde hissedeceksiniz. Sanki örnek alınan çiçeklerin, dalların yaydığı bir rayihadır içinize çektiğiniz. İşte bu tarihin, sevdanın, muhabbetin, hoşgörünün, asırların kokusudur.
Bir Amerikalı böyle bir şanstan mahrumdur. Onlar en fazla üç yüz yıllık eserlerde mest olabilmektedir. Bizse sekiz yüz ötesinin kokusunu duyarız bu mekanlarda.
Burnunuz bu kokuyla mest olduktan sonra ziyafet sırası gözünüze gelsin. Üç kapının önünde dakikalarca durun. Başka hiçbir işiniz yok gibi, rahat ve sakin, saatlerce seyredin. Birinden öbürüne atlayın motiflerin, oymaların, desenlerin. Gözünüz bayram etsin... coşa gelsin.
Ve dokunun taşlara. Onu yapan ustaların güzelliğini ellerinizle hissedin. Taşın serinliği yüreğinizin ateşini alsın. Tarihi okşayın bu taşlarda.
“Kulaklarımızla nasıl hissedeceğiz?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim...
Oturun bir sütunun dibinde, geçmişin sesini duymaya çalışın. Bilir misiniz ki evrende hiçbir şey kaybolmaz. Sesler bile. Seslerimiz uzayın bir yerlerinde asılıdır. İşte oturduğunuz sütun dibinde bunu arayıp bulmaya çalışın. Kulağına tuttuğu midye kabuğunda okyanus sesi arayan çocuğun safiyetiyle dinleyin çağlar evvelini.
Bulamazsanız da sessizliği dinleyin. Bu kutsal sessizlik dünyanın çoğu sesinden güzel gelecektir size. Sessizliğin kollarında terapiden geçtiğinizi hissedeceksiniz.
“Ne tadacağız, dilimiz ne işe yarayacak?” diyorsanız... Orası zor işte. Şayet Şifaiye’de havuzları dolduran suların aktığı yerden hala şırıl şırıl sesler gelseydi, tavsiye ederdim. Yok... Onu korumayı bilmemişiz. Ama damağınızda bir çeşni kalır gene de.
Bu, dünden yarına önemli mesajlar veren Selçuki dedelerimizin, layıkiyle koruyamadığımız daha çok şeyi var... Hala işlevini sürdüren Ahmet Şah Suyu!
Ama ben, eğer gözesi kurumamışsa, kaynağından gelen bu suyu içmeyi çok isterim.
Eminim ki siz de istersiniz.
Niçin olmasın ki?... Neler olmamış ki o da olmasın!
Bir gün bir Ahmet Şah daha çıkar ve getirir o suyu.
O zaman belki yabancı diyarlardaki Divriğililer bu sudan isterler bidon bidon, şişe şişe.
Hastalandıklarında dudaklarına zemzem niyetine sürülsün diye?...
Kim bilir?... Kim bilebilir?
Mengücek Mührü
Kalenin eteğinde kale gibi bir yapı,Birbirinden muhteşem, tam üç şahane kapı.Her motifte bir anlam, her oymada ayrı sır,Bakanlara bir mesaj haykırdı sekiz asır,Yapanın unvanı; Şah, altındaysa sırf hasır.Ziyaretçileri var, İngiltere’den, Çin’den,Bakarlar da hayretle, çıkamazlar içinden.Çabalar eser olur, eğer güzelse niyet,Ödenirse kutsaldır alın terinden diyet,El ele bu zaferde, aşk, sabır, samimiyet.Taş çiçek olmuş açmış, okşuyor bakışları,Melekler mi indirmiş, göklerden nakışları?Tecrübesi yansımış, batının ve doğunun,Hediyesi dünyaya bir Selçuklu boyunun,Arza vurduğu mühür, bir Mengücekoğlunun.Söz geçirmek çok zordur, güçtür taşa biliriz.Mesaj; gayret edersek zoru aşabiliriz.Alın teri karışmış su yerine çamura,Bu sanatın önünde taş dönüşmüş hamura,Minberinde asalet, tahta benzer samura.Kulak versek anlatır, yüzyılları özetler.Her oymada bin göz var, geçmiş bizi gözetler.Biliriz zamanla nem hançerledi bağrını,Kalbimizde hissettik, temeldeki ağrını,Yalnız Divriği değil, dünya duydu çağrını.Dağların eteğinde dağ gibi duracaksın.Dünde vurduğun mührü yarında vuracaksınAhmet Mahir PEKŞEN