?>

İnsanın Gözü Doymaz!..

Metin ÇAĞAN

5 ay önce

Sosyal medyanın her geçen gün hayatımıza daha da fazla girmesiyle hatta kimi zaman tamamen merkezinde yer almasıyla hayattan beklentilerimiz, isteklerimiz, hayallerimiz de çok değişti.     Olduğumuz, bulunduğumuz yerden memnun olmayan, daha iyisine sahip olmak adına kendimizi hırpaladığımız, paraladığımız bir hayat yaşar olduk.     Daha iyi bir işe sahip olmak, daha fazla maaş almak, daha çok kazanmak, hep daha iyi, hep en iyi…      Hayatın amacı nedir? Tabii ki dünya ve ahiret hayatı için mutlu olmaktır, hayattan haz almak ve insanca yaşamaktır, ama kanaat ederek… Atalarımız boşuna söylememiş “Kanaat en büyük hazinedir” diye. Dünyevi hırsına hâkim olamayan tek varlık insan bu dünyada...     Kur'an ve hadis, bize devamlı dünyanın faniliğini ve asıl yurdumuz olan ahiret için hazırlık yapmamız gerektiğini vurgulasa da insanoğlunun gözü açtır, asla doymak bilmez nedense!..     Bu konu hakkında birçok Kur’an Ayetleri ve Hadisi-i Şerif mevcuttur. Ancak Kuran-ı Kerimi okuyup gerçek manada anlayan ve hayatına uygulayabilen acaba kaç insan var? İslam’ı gerçekten bilen, Yaradan’ı seven insan hiç kötülük yapar mı, hiç kalp kırar mı?     "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalış." ve “Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyendir.” Bu ve benzeri hadisler, İslâm'ın dünya ve ahiret arasında denge kurduğunu gösteren ayrıca hem dünya hem de ahiret işlerini, özenle yapmak, dünya ve ahiret dengesini iyi kurmak ve ahirete her an hazır olmayı hatırlatmak için değil midir?     Ancak ne yazık ki, insan maddi ihtiyaçlarının hepsini karşılasa bile, daha fazlasını istemekte ve hırsının kurbanı olmakta ve arzuları sınırsız olan kimi insanlar ise bütün hayatını dünyayı kazanmak yolunda sarf etmekte, sadece fizyolojik ihtiyaçları ile sınırlı kalmayıp, daha çok mala mülke sahip olma arzusuyla yanıp tutuşmaktadır.     Peki insan neden zamanının çoğunu, hayatında bir şeylerin eksik olduğu düşüncesiyle boğuşarak, didinerek, yoğun çaba harcayarak geçirmektedir?   İnsan dünyaya ölümlü bir hayatı yaşamak üzere gelmemiş midir?   Oysa insan bir gün bir şekilde dünyadan ayrılacağını kesin olarak bilmekte ve inanmaktadır. Ancak dünya hayatına öyle sıkı bağlanır ki, bir gün öleceğini unuttuğu gibi ölüm sonrasıyla ilgili de kayda değer bir hazırlık da yapmak aklına gelmez her ne hikmetse!..   Aşık Veysel hayatın kısalığını ne kadar güzel özetlemiş. Veysel’e “Üstat, dünyadan ne anladın?” diye sormuşlar.    Veysel, “Say ki bir pazar yeri dolaştım, üç metre bez aldım gidiyorum. Gözünü açıyorsun 'doğdu' gözünü kapatıyorsun 'öldü' diyorlar. İşte bu göz kırpışa "ömür" diyorlar, şeklinde cevap vermiş.   Durum böyle iken insan yedi ceddinin tüketemeyeceği bir servete sahibi olmak istemekte; bunun yanı sıra daha çok para kazanma ve harcama tutkusu içinde paylaşma duygusundan yoksun bir hayat yaşamakta, daha fazla tüketmekte, hep daha çoğunu, daha iyisini elde etmek için çabalayıp durmaktadır.     Kazanmak için çaba gösterilmesin, mücadele edilmesin demiyorum ebette. Ahiret ihmal edilmeden, kimseyi incitmeden, üzmeden doğru ve güzel niyetlerle çalışılarak doğru bir hayat yaşansın diyorum. Çünkü bütün dünyevi hırsla elde edilen hiçbir şey insanla beraber gitmemekte, ait oldukları yerde, dünya da kalmaktadır. Kefenin cebi de yoktur. Ama nedense insanoğlunun gözü de gönlü de daima açtır ve daldan dala konarak daha fazlasını istemektedir ve nihayetinde gözünü ancak toprak doyurur... * Diksiyon kurslarımın birinde bir kursiyer arkadaşımdan beni çok etkileyen bir hikâye dinlemiştim. Kıssadan hisse derler ya işte o türden. Böyle bir yazı yazınca da tam yeridir diye düşünerek o hikâyeyi sizlerle de paylaşmak istedim bakalım siz ne düşüneceksiniz! * İNSANIN GÖZÜNÜ BİR AVUÇ TOPRAK DOYURUR…   Genç Padişahın gözleri dışarıda esen buz gibi poyraza rağmen iri dalgaların arasında balık tutmaya çalışan genç balıkçıya takıldı. Aşağı yukarı aynı yaşlardaydılar. Genç padişah yıllar boyu sıcak odasında otururken, dışarıdaki balıkçının tabiatın çetin şartlarına rağmen azimle mücadele ederek oltası ile denizden ekmeğini çıkarışını seyreder, balıkçıya gizli bir hürmet beslerdi.   Yıllar silinmez izler bırakarak hızla geçmişti. Artık ne kendisi ne de balıkçı genç değildi. Artık geriye çekilme vakti gelmişti. Padişah tahtını oğluna devretmeye karar vermişti ki, gözü dışarıya, eski sandalında halâ olta sallayan ihtiyar balıkçıya takıldı. Gözünden yıllar bir film şeridi gibi geçmişti adeta.   Duygulandı, vezirini çağırarak, İlk tahta çıktığında görüp tanıdığı İhtiyar balıkçının da artık köşesine çekilip dinlenmesi gerektiğini, bunun için yarın bütün gün tuttuğu balıkların tartılarak kaç kilo gelirse o kadar altının kendisine verilmesini emretti. Vezir, balıkçıya durumu aynen anlattı. Balıkçı da bu duruma çok sevindi. Ne de olsa yılların tecrübesi ile sanatını konuşturup, orta halli bir servetin sahibi olabilir, kalan günlerini de zahmetsizce sıcak odasında, geleceği düşünmeden yaşayabilirdi.   İhtiyar balıkçı gece boyunca bütün takımlarını yeniledi ve itina ile hazırlandı. Sabah gün doğmadan eski sandalına binip, açıldı. En bereketli bildiği yere gelince dua edip oltasını yemleyip fırlattı.   Beklemeye başladı. Ne de olsa balıkçılık sabır işiydi. Zaman geçiyor, güneş neredeyse tepeye çıkıyordu fakat tek bir balık bile vurmuyordu oltaya. Artık hava kararmaya başlamıştı. Bomboş livara bakarak üzülüyordu. İhtiyar balıkçı dokunsalar hüngür hüngür ağlayacak duruma gelmişti neredeyse!..   Hava artık iyice kararmış, gün bitiyor martılar çığlık çığlığa yuvalarına dönmeye başlamıştı. İhtiyar balıkçı yavaş yavaş oltasını sarmaya başlamıştı ki birden heyecanla irkildi. O an oltanın boş olmadığını anlamıştı. Heyecanla oltasını topladı. Oltanın ucunda ortası delik bir kemik parçası vardı. Sadece ortası delik bir kemik!.. Balıkçı düşündü, bir de kemiğe baktı. Etse etse iki, bilemedin üç altın ederdi. Gözlerinden birkaç damla yaş damladı. Sandalı bağlayıp rıhtıma çıktığında padişah ve saray erkânından bazı kişiler kendisini bekliyorlardı.   Gözlerini padişahın gözlerinden kaçırarak mahcup bir eda ile kemiği kantarcıya uzattı. Kantarcı alaycı bir ifadeyle gülümseyerek küçümser bir ifade ile kemiği kantarın kefesine bırakırken, öbür kefeye de iki altın koydu.   Kemiğin bulunduğu kefe yerinden bile oynamamıştı. İki altın daha koydu, kefede gene bir hareket yoktu. On altın, yirmi altın, yüz altın, bin altın, bir çuval altın, kefede halâ bir hareket yok, yok, yok…   Padişah ve saray erkânı hayretler içinde duruma bir izah, tatmin edici bir cevap arıyorlardı. Günlerce çok kişi kendilerince birtakım açıklamalarda bulundular ama padişahı ikna edememişlerdi. Yörede bilge kişiliğiyle tanınan kişiyi çağırıp bu kemiğin sırrının ne olduğunu sordular. Bilge kemiği eline alıp baktıktan sonra kantara yaklaştı.   Kantarcı tanımadığı, kim olduğunu bilmediği bu adamı tam kovacakken, durumu ilginç bulan padişah kantarcıya mâni oldu. Adamdan durumu açıklamasını istedi.   Bilge kişi yanda duran saray görevlilerine altın çuvalını kantardan indirmelerini söyleyerek yerden bir avuç toprak almış ve boşalan kefeye koymuştur. Bir çuval altınla yerinden kıpırdamayan kemik, birdenbire bir avuç toprakla havalanıvermiştir. Bilge kişi padişaha dönerek ''Bu kemik açgözlü bir insana ait elmacık kemiğidir. Görülen boşluk da göz boşluğudur.  Terazinin diğer kefesine sarayın bütün hazinesini de bütün dünyayı da koysanız yine de yerinden oynatamazsınız çünkü bu göz doymaz, bunu ancak bir avuç toprak doyurur dedikten oradan uzaklaşıp gitmiş. *Sanırım ''gözünü toprak doyursun'' sözü böyle bir olaydan esinlenip söylenmiş. Ne kadar doğrudur bilmem ama ben her tekrar okuyuşumda çok etkilenirim. İnsanoğlu asla azla yetinmez ve nedense bir türlü de doymak bilmez, hep daha çoğunu ister. Haline şükretmeyi hiç düşünmez. Bu durum bugünün en büyük hastalıklardan birisidir maalesef. Bu hastalıktan kurtulmak dileğimle…   Konu gerçekten de çok geniş…   Peki, sizi farklı kılan ne? Sizin nasıl bir hikâyeniz var? Siz nasıl bir hikâyeniz olsun ve bu hikâyenizin sonu nasıl bitsin istiyorsunuz? Ölümle yüzleşmeden önce yüzleşin lütfen kendinizle…
YAZARIN DİĞER YAZILARI