?>

Meşhur Sûfî İbnü’l-Arabî’nin Sultan Şehri Ziyareti ve Sivas Hatıraları II

Meşhur Sûfî İbnü’l-Arabî’nin Sultan Şehri Ziyareti ve Sivas Hatıraları I

Fatih ÇINAR

3 yıl önce

İbnü’l-Arabî’nin Fahreddin er-Râzî’ye Sivas’tan yazdığı risalenin/mektubun bir bölümü şöyledir: Bismillahirrahmanirrahim Her şeye yeten Allah’a hamd olsun! Salât ve selâm, O’nun seçtiği bütün peygamberlerin üzerine olsun! Benim Allah yolundaki dostum Fahreddin Muhammed Râzi’ye de selâm olsun ve Allah onun himmetini yüceltsin! Bundan sonra: Senin için biz, kendinden başka tanrı olmayan Allah’a övgüde bulunuruz (seni Allah’a methederiz). Allah Rasûlü (sav) buyurur: “Biriniz kardeşini severse, bunu ona bildirsin: ‘Ben seni seviyorum’ desin!” (Ebû Davud, Edeb 122; Tirmizî, Zühd 54.) Zaten yüce Allah (c.c) da: “Birbirinize hakkı/gerçeği tavsiye ediniz.” (Asr 103/3.) buyurmaktadır. Ben, senin bazı telif eserlerine ve (bu eserlerde) yüce Allah’ın, seni tahayyül kudreti ve mükemmel düşünce bakımından desteklediğine vâkıf oldum. Nefs, ne zaman sadece bedeninin taleplerinden lezzet ve haz almaya başlarsa ilâhî cömertlik ve ilâhî bağışların tadını alamaz. Böylece yalnız ayakları altından beslenen gâfil kimselerden olur. Fakat esaslı bir adam, üstten beslenendir. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi: “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur’ân’ı lâyıkıyla tatbik etselerdi, her yönden (hem ayakları altındakinden/yeryüzünden hem de yukarıdan/göklerden) nimete ermiş olurlardı.” (Maide 5/66.) Allah’tan, onu muvaffak kılmasını temenni ettiğim değerli dostum bilir ki; insan tabiatının güzelliği, ancak ilâhî bilgilerle donatılmasının semeresidir ve çirkinliği de o ilâhî bilgilerden mahrumiyet neticesidir. Yüksek ve yüce himmetli kimse için gerekli olan, ömrünü, sonradan meydana gelmiş boş şeylerle ve onların boş ayrıntılarıyla geçirmemektir. Eğer buna dikkat etmezse, Allah’tan gelecek olan ilâhî ve ebedî nasip ve hazlardan mahrum kalır. Yine bu kimse için gerekli olan, kendi fikrinin delilinden gönlünü iç huzura erdirmesidir. Şüphesiz ki (kendine ait) fikrin doğuş sebebi bellidir; istenilen hak ise böyle değildir. Çünkü Allah’ı tanımak, O’nu varlığı sebebiyle tanımanın tersidir. Çünkü akıllar, Allah’ı, delil vesilesiyle değil inkâr açısından var olması (inkâr edilememesi) sebebiyle tanır. Bu ise akılcı geçinenlerle kelâmcıların hilâfınadır. Bu meselede onların görüşlerine katılmayan Seyyidimiz İmam Gazali de, bizimle aynı görüştedir. (Demek istiyorum ki) akıl, Subhan olan (her türlü noksan sıfatlardan ve beşerî izahlardan münezzeh ve her türlü kemal sıfatlarıyla muttasıf olan) Allah’ı, kendi düşünce ve görüşü kapasitesince bilir. Öyleyse müşahede yoluyla Allah’ı tanımak isteyen akıllı kimseye gerekli olan, kalbini (kendisine ait her türlü) fikirden boşaltmasıdır. Yani yüksek ve yüce himmetli kimseye gerekli olan, görüntü dünyasında aklî düşünceye bağlı kalmamasıdır. Çünkü görüntüler âlemi, arkasındaki manaya delâlet eden cisme bürünmüş nurlardır. Çünkü görüntüler âlemi, yani hayal, aklî manaları hissî kalıplara indirir. İlmi süt şeklinde, Kur’ân’ı (ilâhî) ip suretinde, dini de kayıt suretinde sergiler. Aziz ve Celil olan Allah’ın dışındaki her varlığın hâli böyledir, (hepsi fakirdir). Bu itibarla sen, ilmi, ancak Subhan olan Allah’tan keşif yoluyla almak hususunda gayret ve himmetini artır! Muhakkikler/Hakk’a ve hakikate ulaşmış olanlar bilirler ki, Allah’tan başka fail yoktur. Dolayısıyla onlar, ilmi, Allah’tan başkasından almazlar. Allah’tan alışları da, akıl yoluyla değil, keşifledir. Çünkü ehl-i himmet, ancak ilme’l-yakîni aşmak ve ayne’l-yakîne ulaşmak suretiyle kurtulmuşlardır. Bil ki, mütefekkirler, herhangi bir konuda fikrî gayelerine göre en zirveye ulaştıkları zaman, elde ettikleri düşünceler, kendilerini azimli bir taklitçi konumuna getirir. Mesele ise fikrin o noktada duraklamasından daha büyüktür. Fikir var olduğu müddetçe, onun bir meselede emin olması ve orada çakılıp kalması mümkün değildir. Fikrî sahada akılların güç bakımından durduğu bir sınır vardır. Bir de akıllar, kabul sıfatına sahiptir ki, bu da, yüce Allah’ın bir hibesidir. Öyleyse akıllı kişi için gerekli olan husus, kendisini ilâhî esintilere açması, şahsî görüşü ve kendi kazancının dar kalıplı esiri olmamasıdır. Çünkü kişi, sırf şahsî fikirleriyle vardığı noktada şüpheyle karşı karşıyadır. Bana dostlarından ve senin hakkında güzel ve iyi düşüncesi olan, aynı zamanda benim de güvendiğim bir şahsın anlattığına göre; bir gün sen ağlıyordun. O şahıs ve senin etrafındakiler ağlama sebebini sordular. Sen de: “Otuz sene önce düşündüğüm bir mesele sebebiyle ağlıyorum. Çünkü şu an o mesele hakkında yeni bir delile ulaştım ve işin özünün önceki fikrimden tamamen farklı olduğunu anladım ve (yapmış olduğum hata dolayısıyla) ağladım.” (O hâlde değerli dostum!) Bu itibarla diyorum ki, bugün ulaşmış olduğun delil de belki bir müddet sonra ilk meseledeki gibi olacaktır. Çünkü fikir ve ifade sana aittir. Akıl ve fikir mertebesinde arif olan kişiye, fikirde konaklama ve huzur bulma mümkün değildir. Bu husus, özellikle yüce Allah’ı tanıma ve bilmede daha geçerlidir. Kulun, yüce Allah’ın mahiyetini, kendi bakış açısıyla bilmesi mümkün değildir. Akıllı kişi; ilimlerden, ancak kendisini tamamlayacak ve her hâlükârda kendisiyle (öbür dünyaya da) intikal edecek ilimleri talep etmelidir. Bu da ancak yüce Allah’ı, vehb ile, yani onun insana ihsan ettiği özel lütuflarla ve müşahede yoluyla bilmek ve tanımakla olur. Mesela sendeki tıp ilmine hiç şüphesiz ki ancak çeşitli hastalıklar dünyasında ihtiyaç duyulur. Fakat sen hiçbir hastalığın bulunmadığı bir dünyaya intikal ettiğin vakit orada tıp ilmiyle kimi tedavi edeceksin? Onun için akıllı kişi, bu dünyada kalacak olan bilgileri, peygamberlerin tıp bilgisi(1) gibi vehbi yolla, yani Allah vergisi yoluyla olsa bile elde etmek hususunda özel bir çaba göstermez. Sen de onlara takılı kalma. Aklın ve gönlün öncelikle Allah ilmini istesin. Akıllı kişi, ilimden, ancak kendisinin zaruri olarak ihtiyaç duyduğu bilgileri almalıdır. Bu istikamette o, kendisinin taşınacağı âleme taşınacak olanı tahsil etmeye özellikle gayret etsin! Bu da yalnızca iki ilimden ibarettir: 1. Allah ilmi, 2. Âhiret yolculuğundaki durakların ilmi. Ki bu ilmi; ahiret merhaleleri, adeta evinde yürür gibi hiçbir şeyi inkâr etmeyecek ve oradaki hiçbir şey kendisine yabancı gelmeyecek şekilde bilmeyi gerektirir. Şüphesiz bu iki ilmi bilen kişi, inkâr ehlinden değil irfan ehlinden olur. O yerler (ahiret merhaleleri), imtizaç (kötüyle iyinin karıştığı) yerler değil, temyiz (doğru ile yanlışı birbirinden ayırma) yerleridir. Bu yerler, (insana) galatı da doğruyu da gösterirler. Bu da, bu makamda bir topluluk hakkında temyiz meselesi ortaya çıktığında netleşir. O topluluk ki, Rableri kendilerine tecelli ettiğinde: «Senden Allah’a sığınırız. Sen Rabbimiz değilsin. Bizler, Rabbimiz bize gelinceye kadar bekleyeceğiz.» derler. Rableri onlara, ancak onların bildikleri şekilde tecelli ettiğinde onu ikrar ederler. Böyle bir durum ne kadar esef vericidir! Akıllı kimseye, bu iki ilimden (Allah ve ahiret ilminden) tarikattaki usul üzere riyazet, mücahede ve halvet yoluyla keşifler gerekir. Ben sana halveti ve onun şartlarını ve halvet esnasında tertibine göre adım adım neler tecelli edeceğini anlatırdım. Ancak içinde bulunduğumuz şu zaman beni bundan menediyor. Zamanla kastettiğim de, bilmediği ve anlamadığı konularda inkâr yolunu tercih eden kötü âlimlerdir. Onları, Hakk’ı izandan ve ona teslim olmaktan çelmeyen, şayet ona iman değil ise; taassup, görüntü sevgisi ve riyaset sevdasıdır. Doğruları en iyi bilen Allah’tır. Dönüş de O’nadır.’ (Bu mektubun/risalenin tercümesi Âdem Akın ve M. Ali Maşalı tarafından Yüzakı Dergisi’nin 1-2. sayısında (Mart 2005) yayımlanmıştır.) Tarihten aldığı ilim ve irfan geleneğini İbnü’l-Arabî’nin kendisini ziyaret ettiği yıllarda da sürdüren Sivas, yolların kesiştiği bir kavşakta yer alması ve Selçuklu Devleti’nin bir müddet başkentliğini yapmış olması gibi sebeplerle birçok âlim, seyyah ve ticaret erbabının uğrak mekânlarından birisi olmuştur. İbnü’l-Arabî de bu ve benzeri sebeplerle Sivas’ı ziyaret eden isimlerden birisidir. Bu noktada İbnü’l-Arabî’nin özellikle ikinci Sivas ziyaretini sıradan veya gitmek istediği yerlere kendisini ulaştıracak yol üzerinde olması sebebiyle zorunlu olarak gerçekleştirilen bir ziyaret olarak göremeyiz. Tam aksine İbnü’l-Arabî’nin düşünce ve duygu yoğunluğunu harmanlayabileceği merkezlerden birisi olarak Sivas’ı gördüğü ve burada birçok ilim ve irfan ehli ile görüşme fırsatı bulacağını düşünerek Sivas’ı ziyaret ettiğini söyleyebiliriz. (Bu ziyarete bir de şu açıdan bakılabilir: ‘Anadolu’ya gelen çeşitli tarikatlara mensup kişiler burada vaktiyle alıştıkları çevrelere benzeyen yerleri tercih ediyorlardı. Konya, Kırşehir, Kayseri, Sivas, Tokat, Amasya, Ahlât, Erzurum, Bayburt gibi devrin önemli merkez ve yörelerinde faaliyet gösteren çeşitli tarikatlara bağlı şeyh ve dervişler yüksek idarî tabaka ve münevver zümrelerle temas kuruyorlardı. Bir yandan cihad ve gaza ile meşgul olan bir yandan da Anadolu’nun kültürel şekillenmesi için medreselerin yanında tekkelerin geliştirilmesi için çeşitli faaliyetlerde bulunan meşâyih ve ulemaya büyük hürmet ve iltifat gösteren Selçuklu Sultanları, sûfîlerin nüfuzundan istifade ediyor ve yönetimlerinde onların desteklerini almayı adeta vazife telakki ediyorlardı.’ Mustafa Sabri Küçükaşcı, ‘Konevî’nin Çağında İktidar-Sûfî Çevre İlişkilerine Dair’, I. Uluslar Arası Sadreddin Konevî Sempozyumu Bildirileri, Konya 2010, s.183-184.)      Meşhur sûfî İbnü’l-Arabî’nin Sivas ziyareti, I. İzzeddin Keykavus ile münasebeti ve Fahreddin er-Râzî’ye yazdığı risale/mektupta dile getirdiği ilmi veriler çerçevesinde detaylı bir şekilde gözden geçirilmelidir. (Örneğin İbnü’l-Arabî’nin bu mektubu ile henüz kurulmamış olan Osmanlı’nın kuruluş ve gelişmesine işaret ettiği iddiası derinlemesine araştırılmalıdır: ‘Bu mektup ile yakın zamanda kurulacak Osmanlı Devleti’ni müjdelemiştir.’ İlker Jandar, İbnü’l-Arabî ve Ekberîlik, Ataç Yayınları, İstanbul 2010, s.94-95.) Yapılacak bu ve benzeri çalışmalarla Sivas’ın tarihî süreçteki birikimi ile misafir ettiği şahsiyetler arasındaki girift ilişkiler bir kere daha gözler önüne serilmiş olacaktır.            
YAZARIN DİĞER YAZILARI