İNSAN "KİM VE NE OLDUĞUNU ASLA UNUTMAMALI!.."

Metin ÇAĞAN

7 ay önce

Türk Dil Kurumu'nda insan şu şekilde tanımlanır: "Toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı."

 

İnsanın yaratılmasının amacını ise kısaca şöyle ifade edilebiliriz: Allah'ı tanımak, ona kulluk etmek, insanî ve ahlaki değerlere bağlı olarak yaşayıp sonsuz hayata hazırlanmak, dünyada da doğru ve iyi işler yaparak yaratılış gayesine uygun bir hayat sürebilmektir.

 

İnsan, “Ben neyim/kimim?” sorusunu kendisine soran,  sorgulayan ve insan olma sorumluluğunu asla unutmayandır.

 

İnsan olmak,  biz olmaktır. İnsan olmak birbirini anlamaya çalışmaktır. İnsan, duruşu, duyuşu, anlayışı, yorumlayışı, saygısı, merhameti ve sevgisi, saygısı ile yeryüzünün en güvenilir varlığıdır. Dokunduğu her şeyi değerli kılandır.

 

Gerçekten de insan, kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gideceğini hiçbir zaman unutmaz ise yanlış yapması da elbette mümkün değildir.

 

Ancak zaman zaman insanın kendini bulamadığı, kendini tanımadığı, kendi olamadığını ve kendini hayatın akışına ve menfaatlerine göre şekillendiren, değiştiren bir varlık olduğunu da görebiliyoruz.

 

İşte böyle insanlar genelde hızlı bir şekilde mal, mülk, para, mevki, güç ve/veya şan, şöhret sahibi olduklarında, “kim olduklarını, ne olduklarını, geçmişlerini,  çevrelerini” hızlı bir şekilde unutuvermekte ve farklı bir dünyada yaşamaya başlamaktadırlar.

***

İşte tam burada konunun daha iyi anlaşılabilmesi için kıymetli okuyucularımıza önce ‘kibir, haset, tevazu…’ ile ilgili çok güzel bir bir hikâyeyi aktarmak sonra düşüncelerimi paylaşmaya devam etmek istiyorum.

 

(Hikâye, Muhyiddin Arabi"ye aitmiş.) Bu hikâye diksiyon kursiyerlerim tarafından etkili ve güzel okuma etkinliklerinde paylaşılmıştı.

***

 

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, Sultan Mahmud'un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultanın öylesine itimadını kazanmış ki, sultanlığın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli, zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş.

 

Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini, kendi rütbelerine hatta daha üste çıkarılmasını bir türlü hazmedemez olmuşlar.

 

Bu duygular içinde, özellikle sultanın en yakınındakiler ondan gün geçtikçe daha çok şikâyet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmaya başlamışlar.

 

Bir gün sultanın huzurunda bir saraylının bir diğer saraylıya şöyle dediği duyulmuş: "Köle Ayaz'ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musunuz? Aslında her gün gidiyor; hatta izin günlerinde bile gidip orada saatlerce kalıyor. Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim."

 

Sultan kulaklarına inanamamış. "Gözlerimle görmeliyim" demiş. Böylece o da hazine dairesine gidip Ayaz'ı gözlemek istemiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp, içinde olanları seyretmeye hazırlanmış.

Ayaz hazine dairesine bir dahaki sefer geldiğinde sultan dışarıda beklemeye koyulmuş. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş.

 

Köle Ayaz, sandığın önünde diz çökmüş, kapağı usulca kaldırmış ve içinden bir şey çıkarmış. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! İşte köle Ayaz, saraylı giysilerini çıkarmış bu elbiseyi giymiş ve sonra aynanın karşısına geçmiş.

 

Kendi kendine: "Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?" diye sormuş. "Bir hiçtin sen. Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, sultanın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. İşte Ayaz, şimdi buradasın, ama asla nereden geldiğini unutma. Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla, Ayaz hatırla."

 

Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden sultanla yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz'ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş.

 

"Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi kalbimin hazinedarısın. Bana, benim de önünde bir hiç olduğum kendi sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiğini ders verdin."

*

Kıssadan hisse… Alınacak çok ders var elbette bu hikâyede.

*

Kimi insanlar genelde en kısa sürede, hızlı bir şekilde mal, mülk, para, mevki, güç ve/veya şan, şöhret sahibi olduklarında, birden yükselmenin sarhoşluğu içinde "kim olduklarını, ne olduklarını, geçmişlerini ve çevrelerini" hızlı bir şekilde unutabiliyor ve önce kendi çevreleriyle, daha sonra da gerçeklerle ilgi ve ilişkilerini kesiveriyorlar maalesef. Yani ‘ne oldum delisi’ oluveriyorlar.

 

İnsanlar hızlı bir şekilde makama, paraya sahip olduklarında güce kavuştuklarında bu onlara yetmez oluyor ve kim olduklarını unutarak güçlerinin üstünlüğünü, başkalarına da göstermek, herkesten çok daha farklı ve üstün olduklarını ispatlamak istiyorlar. 

 

Bu olumsuz duruma kamu ve özel sektörlerde de rastlanmaktadır. Ancak böyle bir durum hem iş ahlâkı hem de yönetim ahlâkı bakımından olumsuz durum ve davranışlara yol açmaktadır.

 

 Özel sektör alanında, hızlı bir şekilde mal, mülk ve servet birikimine kavuşanlar, birdenbire yönetim gücü elde edenler, para ve güç olarak kendi özelliklerinin altındakileri unutuveriyorlar. Güçlü oldukları sürece bulundukları ortamın üzerindekilerle ortak bir davranış ve yaşam sürdürme arayışına giriveriyorlar.

 

Kamuda şu veya bu şekilde bir makam sahibi olanlar, kamunun gücünü ele geçirenler,  kamu imkânlarını kullanma şansını yakalayanlar ise vatandaşı küçük görmeye başlıyor, kendinin farklı olduğu inancıyla hareket etmeye başlıyor ve kim olduklarını, nereden geldiklerini, eski yaşam tarzlarını, eski çevrelerini, en yakınındaki kişileri dahi unutuveriyorlar.

 

Oysa Hz. Mevlana ne güzel ifade etmiş,  “Geçmişini iyi bil ki geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini şaşırmayasın.”

 

Yeterli eğitim almadan, kendini iyice yetiştirmeden önemli bir mevkie gelen kişiler, genellikle "ne oldum delisi" olabiliyorlar. Oysa kişi belirli mevkilere yükselmeden önce o görevi yürütebilecek, görevin üstesinden gelebilecek güç ve olgunluğa mutlaka ulaşmış olmalıdır. Hak etmediği göreve gelmiş kişiler bir de o işte yetersiz ise hem kendine hem de topluma zararı büyük olabiliyor. Bu konuda Cenap Şehabettin'in yerinde ve çok anlamlı bir sözü var, “İnsanların büyüklüğü, yaptığı işlerin büyüklüğü ile ölçülür.” diye…

 

Hayatta yapılan en büyük yanlış geçmişi hemen unutmak, geçmişten ders çıkartmamak. Mevlana ne güzel söylüyor, “Asla geçmişte yaşama; ama geçmişten ders al.” Çoğu insan geçmişte yaptığı hatalarını hatırlamak istememektedir. Oysaki geleceği oluşturmak, kurmak için geçmişte yapılan hatalardan, yanlışlardan ders alarak insan kendini geliştirebilir. Bu sayede de gelecek adına daha iyi, daha huzurlu ve mutlu bir hayat kurabilir kendine.

 

“Ne oldum değil, ne olacağım demeli insan.”  Kişinin içinde bulunduğu durum sonsuza dek aynı şekilde sürüp gitmeyebilir. Bu yüzden insan bir gün her şeyini kaybedebileceğini unutmadan hayatına devam etmelidir.

 

Ne olursa olsun insan aslını, geçmişini unutmamalı; Allah’ın vermiş olduğu nimetleri kendinden bilip de kibirlenmemeli ve bol bol da şükretmelidir.

 

Moliére, “En çok hoşumuza giden insan, kendimize benzettiğimiz insandır” demiş. Kendimize benzemeyenleri anladığımız, sevdiğimiz, saydığımız, kucakladığımız, savunduğumuz, koruduğumuz, aşağılamadığımız ve insanlığımızdan uzaklaşmadığımız bir dünyada yaşamak dileğimle...

YAZARIN DİĞER YAZILARI