-Işığın Resmi-
Yoğun bir gaz kokusu,
Işık soluk mu soluk,
Hatıralar akıyor hayalimden,
Oluk oluk,
Tavanda dans eder mazi,
Bu olsa gerek mutluluk.
Gaz lambası deyince Meşhur Ressam Vincent Van Gogh’u ve onun kendi kadar çok bilinen “Patates Yiyenler” tablosunu hatırlarım.
O tablo da, toprağı elleriyle kazarak patates çıkaran insanların ruh halini yansıtmak istemiş. Başarmış da istediğini. Ama o tablonun asıl kahramanı ne patatestir ne de insanlar. Başrol oyuncusu bu tabloya aydınlık veren lambadır. Büyük sanatçılar her yönüyle dünyaya farklı bakabilen insanlardır. Aşkla lamba arasındaki ilişkiye açıklık getirirken, düşünce dünyasının farklılığını da ortaya koymakta, resmi kelimelerle bir daha boyamakta ve ortaya çıkarmaktadır;
Şöyle der;
“Aşk sonsuzdur. Görünümü değişir ama özü asla değişmez. Bir insanın âşık olmadan önceki haliyle âşık olduktan sonraki durumu arasındaki fark, yanmayan bir lamba ile yanan bir lamba arasındaki farkla aynıdır.
Evet, eskiden evlerimiz bu kadar düzgün duvarlarla, böylesine pürüzsüz eşyalarla ve bu kadar parlak objelerle süslü değildi.
Tavanların tahtası eğri büğrü, duvarların sıvası yamuk yumuk, direkler pürüzlüydü.
Işıklarımız da bugünkü kadar parlak olmadığı için özellikle geceleri bu detaylar görünmez olurdu sanki. Eşya hayallerimizdeki kadar sevimli görünürdü. Dikmeler damımızın üstümüze çökmemesini sağladığı için sevgiye, duvarlar kardan tipiden koruduğu için saygıya değerdi.
Evlerimiz “apartman” kelimesiyle yabancılaşmamıştı kültürümüze. Onun için tam anlamıyla telaffuz da edememişti Anadolu insanı. “Apartuman” diye adlandırılmıştı birbiri üzerine abanan katlar.
Eski evlerimiz henüz, televizyonu hayal bile edemeyen fertlerini sarıp sarmalarken, gaz lambası son altın yıllarını yaşıyordu.
Ben ve akranlarım gaz lambasının öncesini, “mum devri”ni, “Fitik” hükümdarlığını hatırlamayız. Ama onlara ait güzel hikâyeler de dinlemişizdir.
Misafirlik mefhumunun içinin dolu dolu olduğu günler. Gece misafirliklerinde dut kurusuyla cevizin, pestille leblebinin saltanatının daim olduğu devirler. Birkaç odada birden yanan, bazen bizzat ev sahipleri tarafından evlerde iç yağı ve ip gibi malzemelerden üretilen bu aydınlatma malzemeleri belki de sağlımız için gaz lambasından daha zararsızdı.
O zamanlar doğuda sık sık Rus mezalimi konuşulup 93 Muhacirlerinin akıllara durgunluk verecek acılıktaki dramları dillendirildiği için, adı geçen millete karşı bir kızgınlığımız vardı. Sanırdık ki her bir Rus ferdinin aklı fikri Türk’e kötülük etmek için çalışıyor. Bu yüzden mahalledeki büyüklerimiz derlerdi ki,
“Bu zalim Ruslar petrol çıkarılan Batum’u bizim elimizden aldılar. Eğer Batum bizim elimizde olsa, dünyada bileğimizi bükülmez, sırtımız asla ve kat’a yere gelmez. Şimdi de bize gaz yağı satıyor Ruslar. Rus devlet adamları demişler ki, Türkler sigarasını gaz lambasından yaksınlar biz onlara bedava gazyağı verelim.”
Güya gaz lambasında sigara yakarken, ilk nefeste dumanla içe çekilen petrol atığı insanı kısa zamanda öldürürmüş. Ruslar da azılı tarihi düşmanlarını bu şekil de tesirsiz hale getirmek isterlermiş.
Bunlar işin rivayeti. Adı üstünde rivayet. Doğruluğu kesin değil. Ama doğruluğu kesin olan bir şey varsa bizim ailemiz çok misafirpervermiş ve büyüklerimiz “Yarabbi misafirimizi ve gözyaşımızı alma.” duasını sık sık edermiş.
Biliyorum, diyeceksiniz ki, “Misafirin alınmamasını istemeyi anladık. On nasibi vardır, birini yer dokuzunu bırakır gider derler ama gözyaşı niçin alınmasın?”
Gözyaşı de merhametin simgesi! O, tuzlu ve sıcak damlacıklar, seven ve hisseden, acıyan ve şefkat duyan bir kalbin konuşan billurlarıdır. Onun için insanda gözyaşı olmaması eksiklerin en büyüklerinden sayılmış.
Görmüş olmayı çok istediğim, ama ben dünyaya gelmeden onun terk ettiğini bildiğim büyük annemin annesi bir mum yapım ustasıymış. Hem iri, hem şekilli mum yapmakta üzerine yokmuş.
Özellikle uzun kış gecelerinde, misafir geldiğinde, iri mi iri bir mum yakarmış. Ama bazen sohbet o kadar tatlı olur zaman öylesine hızlı geçer ve mum da ne kadar büyük olursa olsun eriyip akarmış. Mum yarıyı geçince, büyük annemin annesi (bizim deyimimizle ulu anneanne) içeriden kocaman bir mum daha getirir tunç şamdanın altına koyarmış.
Hassas misafirler, mumun azaldığını görünce, “Ev sahibinin belki yedek mumu yoktur, hemen kalkalım da mahcup olmasın” diye düşünürlermiş o zamanlar. Ama mum bitmeden bir yedeğinin olduğunu gördüklerinde daha rahat otururlar, mum ışığında mangal başı sohbetini, bol telveli ve bol köpüklü kahve eşliğinde yapmaya devam ederlermiş.
Şimdi Amerikalarda, çok ünlü üniversitelerde ders veren ve asla aslını unutmadığı, “Burada aldığım bütün titr ve unvanlarımı sade bir Türk vatandaşı olmaktan daha üstün görmüyorum” dediği için gönlümdeki tahtını sağlamlaştıran oğlum Ali, ilk okul birinci sınıfı bitirene kadar gaz lambasıyla idare ettik. Yanı kırmızı çizgili beyaz defterine a’yı, b’yi, c’yi dilini dışarı çıkararak özene bezene yazmaya çalışırken, lambaya fazla yaklaşır, saçını ya da kirpiğini üterdi. Ütmek, yakmanın en hafif şekli olarak kullanılırdı biz de. Saçın ucundan bir milimlik kısım yanarak kıvrılır kendine has ilginç bir koku çıkardı. Ali’nin saçlarından çıkan o kokuyu bugün olmuş hatırlıyorum. Ve bir kere daha, bin kere daha hatırlamak istiyorum.
Beyaz kireç sıvalı toyhane dediğimiz ve bugünün salon görevini yapan mekânda ne tatlı anlarımız olmuştu.
Ellerimizi şekilden şekle sokarak lamba ışığının da yardımıyla beyaz duvara ne hayvan figürleri yansıtırdık bir bilseniz, hayret edersiniz. Kulaklarını dikip, ağzını açıp kapayan kurt gölgeleri mi dersiniz, kıpır kıpır havuç yiyen tavşan mı dersiniz… Öylesine ustalaşmıştık ki; kartondan Karagöz Hacivat kesip onları oynatacak kadar ileri götürmüştük bu işi. Doğruyu söylemek gerekirse bu oyunu ustalarının yarısı kadar bile yapamadığımızı da anladık ve bir süre sonra işi erbabına bırakarak eski küçük oyunlarımıza döndük.
Babam her türlü eşyaya meraklıydı. “Senede bir kere lazım olan araç evimde bulunmalı” der ve çok da geniş olmayan aile bütçesi müsaade ettiği ölçülerde bunları tedarik etmeye çalışırdı.
Evimizde üç lamba olduğunu hatırlıyorum.
Bunların hepsinin ayrı hatırası vardı. 7 numara ya da 7 mumluk lamba tenekeden imal edilmişti ve abim dünyaya geldiğinde evimizi teşrif etmişti. 5 numara şişe camı takılan teneke lambanın mazisini hatırlayan yok. Ulu dedelerden kalma deniliyor.
Bu lambamızın ayrı bir özelliği var. El tutma yerinde, alevinin tam karşısında oval bir lamba var. Bu lamba ona bir özellik ve güzellik vermekle kalmıyor, aynı zamanda ışığı neredeyse iki katına çıkarıyordu.
Hani mangalın tunçtan ve bakırdan yapılıp gururlananı gibi, lambanın da havalısı vardı. Beş numaralı şişesi olan gaz haznesi yavruağzı renginin en güzel tonundaki camdan imal edilmiş lambanın burnu havadaydı. Onu misafir geldiğinde yakardık. Kırmamak için de elimizden gelen gayreti gösterirdik. Teneke lambaları yere düşürdüğünüzde çok büyük bir tehlike arz etmezdi ama cam hazneli lambayı düşürdüğünüzde yangına altın yaldızlı davetiye göndermişsiniz demekti.
Şimdi bu cam gaz lambası evimin başköşesinde. Elektriğin kesildiği zamanlar büyük bir dikkat ve itinayla rafından indiririm. Babam lambayı yakmamı seyrediyormuş gibi dikkatlice yakarım. Babamın en çok sevdiği lambanın fitili ve şişesi haykırır durur. Bu haykırış, yavruağzı renkli lambanın hüzzam şarkısıdır. Öyle güzel terennüm eder ki, keşke hep elektrik kesilse de şu lambanın hüzzamını kana kana dinlesem derim.
Söylemezsem tahmin etmeniz tabii ki zor. Hatta sizden, lamba fitili ya da şişesi ile babamın bana duyduğu sevginin ilişkisini tahmin etmenizi istemem bile haksızlık olur. Nerden bileceksiniz?
Anlatayım efendim;
Lambaya gaz doldurmak, lamba şişesini silmek, fitilinin ucunu kendine mahsus ovallikte kesmek hep hüner isteyen işlerdir.
Çocuğum işte. Misafir geldiğinde yaşıma başıma bakmadan bu cam lambayı yakma işine soyunurdum.
Hatta bulduğum küçük bir huniyle gaz yağı ikmali yaptığım bile olurdu ama bu arada da azara müstahak hatalar yapardım.
Hazneye gaz yağını ağzına kadar doldurmak bir hataydı mesela. Şöyle en az bir iki santim boş yer bırakmak iyi olurdu ve ben buna çok dikkat etmezdim.
Lambayı yakarken önce incecik cam şişesini, bu narinliğe yaraşır bir hassasiyetle çıkarıp yumuşak bir zemine koymanız gerekir ki bunu çoğunlukla başarıyla yapardım.
Sonra fitilin başı hafif görünecek şekilde, kafes görünümündeki mekanizmanın yuvarlak kolunu bükmeniz icabeder. Eğer fitilin ucunu çok çıkarır da yakar ve hemen de camını takarsanız, birden bire bu sıcaklığa dayanamayan o güzelim şişecik bir yerinden aşağılara doğru çizgi halinde yarılır. Lamba şişesinin kırılması da sıradan bir olay değildir. Bunu defalarca yapmış olmama rağmen babamın beni cezalandırmadığını, hatta tebessümle;
“Yine mi köftehor… Yine mi çatlattın lamba şişesini?” dediğini hatırlıyorum.
Anlıyorum ki ben bu gururlu cam lambanın şişesinden çok kıymetliyim. Babamın sevgisi bana kızmasına mani. Ve o beni hep sevecek bilmeden yaptığım ve pişmanlık duyduğum her hatamda affedecek. Ve bu affı bana; ondan daha merhametli olan Yaratıcıyı, Allah’ı hatırlatacak dün olduğu gibi yarın da.
Sonra, fitiliyle uğraştığım, alevini bir azaltıp bir çoğaltarak optimum noktayı bulmaya çalıştığım anlarda fitili gaz haznesinin içine düşürdüğüm de olurdu.
Misafirin yanında bile bu hatamı birkaç sefer tekrarlamıştım. Ve babam, kaşını bile çatmadan eline gaz etme pahasına fitili haznenin içinden çıkarmış, lambayı faal hale getirmişti.
Sevginin ne güzel, ne yüce, ne baş döndürücü olduğunu lambanın şarkısından da dinlemiştim.
Haa! Lambayla ilgili çok sık yaptığım ve her defasında da yine hoş görüldüğüm, bilemediniz, kırılmadan ikaz edildiğim hatalardan biri daha vardı ki, o genellikle kışın vuku bulurdu.
Kartopu oynadığım ya da kardanadam yaptığım, elimin üşüyüp koşa koşa içeri geldiğim, lambanın camındaki sıcaklıktan medet umduğum zamanlar olurdu. O zaman elimin ıslaklığındaki küçücük damlalar sımsıcak cama değer ve o malum çıt sesinden sonra lamba şişesi çatlar, kullanılmaz hale gelirdi.
Bu sefer annem müşfik sesiyle sitem ederdi;
“Yahu oğlum, soba dururken lambada el mi ısıtılır?”
Bizim oralarda “Doğru söze Hacı Ağa ne desin?” diye bir söz vardır. Annemin sözü de en az Hacı Ağanın doğru dediği söz kadar yerinde.
Lambalarımız hizmet beklerdi. Babam gaz yağını doldurup, yana yana deforme olan fitilini özel makasıyla düzeltme işinin müteahhididir.
Ben fitilini içine düşürmek, ya da camını çatlatmak gibi can sıkıcı kazalardan mesulüm(!)
Bu kazalardan sonra;
Abim;
“Lamba da şişesiz yanmaz mı, cicim bana yar bulunmaz mı?” türküsünü mırıldanarak, kazayı latif bir şekilde ilan etmekle görevli olduğunu sanır.
Bunlardan başka, beş mumluk cam şişesinin 10 mumluk gibi aydınlık saçması için fitili yukarı çıkarıp camın üst kısmının kararmasında faydam dokunur(!).
Ve asıl iş ablalarıma düşer. Benim hor kullanmamdan sık sık kararan, yanan gazın dumanıyla islenen lambaları silmek.
Onun için önce yumuşak bir tülbent bulunur. Bunun için rahmetli annemin önce “dışarlık” olarak misafirlikte, sonra da evde kullandığı, birkaç yerinden delinmiş, iyice eskimiş bu sayede de lamba şişesine merhametle temas edebilecek kadar yumuşamış başörtüsü kullanılırdı.
Bu arada lambanın camına niçin şişe dendiğini anlayabilmiş de değilim. Şişenin mutlaka alt kısmının kapalı olması gerekmez mi? Her neyse, tedavülden kalkmış bir araç için yeni bir isim bulma telaşına girmenin de anlamı yoktur.
Lamba şişesinin dışını silmek kolay. Hani derler ya “dedem de yapar”. Ama iki ağzı daracık, ortası küp gibi şişman cam mamulün silinmesi uzmanlık ister. Hatta bana sorsanız bu işe soyunanların en az üç aylık eğitimden sonra sertifika alması bile gerekir.
Bu işin hakkıyla yapılabilmesi için bir de çubuğa ihtiyaç vardır. İnce ve biraz da esnek olan bu ağaç çubuğu babam, bizim bahçemizin ark kenarlarında hayat bulan ayvalardan keserdi. Bir karış uzunluğunda ve kullanıla kullanıla parlaklaşan bu çubuğa sarılan yumuşak tülbent lamba şişesinin şişkin karnının en ücra köşelerine kadar ulaşabilir artık.
Bu yetmez tabîi. Lamba camı öyle kuru kuruya, günlerdir dostluk ettiği kirden, isten, karadan ayrılamaz. Onu temizlemek için kuvvetli “hoh”lara ihtiyaç vardır. Bunun için nefesinizi önce olabildiğince içinize çekip bir müddet beklettikten sonra tülbende ya da bizzat cama hohlamanız, üflemeniz gerekir.
Bendeniz o günlerde çok küçük, bu işlerle uğraşamayacak kadar çok küçük olmama rağmen lamba şişesi silmeye talip olur, hohlarken pohlarken, çubuk ile sağına soluna ulaşmaya çalışırken kırıverirdim.
Bu kırılma sahnelerini severdim aslında. Çünkü ailenin odak noktası haline gelirdim.
Şişe kırılır kırılmaz, dedem, abim, ablalarım, annem, babam hemen başıma üşüşürler, “Elin falan kesildi mi?” diye sorarlardı öncelikle.
Sevilen ve kıymet verilen bir çocuk olmanın zevkini yaşardım.
Şimdi odamda Cabbar ustadan aldığım bu lambayı da yakıyorum zaman zaman.
Lamba şişesi bulmak zorlaştı. Sık sık elektrikleri kesilen köylerin sakinleri alıyor tek tük. Baş ve diplerindeki delikten geçirdikleri iple boyunlarına asıp götürüyorlar. Onlar da olmasa hiç talep olmayacak ve arayıp bulmakta zorlanacağım. Ama ben de artık bu narin camı silerken kırmayacak kadar ustalaştım.
Haa, sadece lamba şişesi bulmakta mı zorlanıyorum… Hayır. Yana yana, kararan yerleri kesile kesile tükenen fitil bulmak da zorların zoru. Lamba fitili almak istediğim esnaf garip garip yüzüme bakıyor, akıl sağlığımın yerinde olup olmadığını anlamak istiyorlar.
Gazyağı bulmak da zorların zoru. Petrol istasyonları artık LPG’lerle, bilmem kaç çeşit benzinle dolu ama gazyağı yok.
Çünkü artık ışık için o yağa ihtiyaç yok.
Ahh rahmetli babaannem. Evine elektrik alınmış. Odanın tavanın tam ortasından küçük bir çocuğun yumruğu kadar bir cam ampul sallandırılmış kablonun ucunda.
Demişler ki “akşam olsun, bu ampulden ışık çıkacak.”
Babaannem inanmış. Biliyor ev halkının yalanla aralarının olmadığını. Fakat akşam yaklaştıkça da bir telaş alıvermiş zavallı kadını.
“Haydin hele uşak. Şu yanacak dediğiniz lambanın gazını tuzunu koyun. Aha karanlık basacak.”
E halkı, gazın ve tuzun, tavanla ampulün irtibatını sağlayan kablodan geleceğini söylemişlerse de inanmamış herhalde.
Ama akşam olup da parıl parıl bir ışıkla karşılaşınca yüzü gülmüş garibimin.
Gaz lambasının benim için en önemli tarafı, ailenin onun etrafında toplandığı anlardı. Odanın her köşesine aynı ayarda güçlü ışık olmadığından problemler yaşanıyordu. O ışığıyla ev fertlerinin yanına gidemeyince, ev fertleri ince işlerini yapmak için onun ayağına giderdi mecburen. Oğlum, kelimeleri orada heceler, “Karga karga gak dedi, çık şu dala bak dedi” gibi tekerlemeleri bu lambanın ışığında yüksek sesle tekrar ederdi. Nadire ve Nahide çeyiz hazırlamak için en nadide örneklerini, bez geçirdikleri kasnakta bu ışıkta işlerdi. Eşim, küçük yırtıkları olan çorapları burada ustaca yamalardı. Bu lambanın yakınında ne kadar çok baş olursa o kadar çok hoşuma giderdi. Bu ailenin sarsılmaz birlikteliğiydi çünkü. Nefeslerin birbirine karıştığı, duyguların sevgiyle şaha kalktığı anlardı.
Lambaya teşekkür etmek isterdim bunu sağladığı için. Gerçi o bizim kendisine hep teşekkür ettiğimizi bilirdi sanıyorum. Çünkü işlemeli kılıfında duvarın en uygun yerine asılan Kuranı kerimin hemen yanında yer bulurdu. Onun da şişesinin üzerinde, kızlarımın el emeği, göz nuruyla, en az yedi renkten işlenmiş bir kılıf gülümsüyordu.
Taktığım ampullerin watt güçlerine göre parıldayan ışıklara iltifat etmiyorum. Küçüklüğümden beri parlak ışıklarla tetiklenen migren ataklarım var.
Sevgili gaz lambamın ışığında böyle bir tehlike yok. O gözlerime merhamet ve şefkatle muamele ediyor. Migrenimi nüksettirerek zarar vermeye yeltenmiyor.
Lambayı yakıyorum.
Rahmetli hanımı görüyorum ışığında. Diyorum ki sessizce;
“Sevgili eşim… Hala senin lime lime olmuş tülbentlerinle siliyorum lambanın şişesini.” Ve senin sevdiğin şarkıyı mırıldanıyorum;
Yanıyor mu yeşil köşkün lambası yar.
Hiç bitmiyor şu gönlümün kavgası yar.
Ali’yi görüyorum dilini çıkara çıkara, büyük bir iş yapmanın zevkiyle yanı kırmızı çizili deftere benim adımı karalarken.
Ve kızlarımı. Küçük kızım henüz on aylıkken, ışığa koşan kelebekler gibi gitmiş, lamba şişesindeki aydınlığı avuçlamak istemişti.
Hayatta bazı şeylerin ancak “cısss” kelimesiyle anlatılabilecek kadar tehlikeli olduğunu anlamıştı.
Lambanın ışığı odamın her köşesini ayan edecek kadar güçlü değil. Onun için odamın köşelerine gizlenen hatıraları, hayalleri kovalayamıyorlar.
Ben de dilediğimce tadını çıkarıyorum.
Bir çay demliyorum şöyle eski günlerin tadında. Lamba ışığına süre süre içiyorum.
Dilime bir türkü dolanıyor;
Lamba da şişesiz yanmaz mı?
Cicim bana yar bulunmaz mı?
Ben bu dertten ölürsem,
Bana da acıyan olmaz mı?
Uykum geliyor. Şimdi gaz lambasını söndürme zamanıdır. Nasıl ki yakarken fitilini birden bire çıkarmıyoruz, söndürürken de dikkat etmemiz gereken usuller var.
O bizim gözlerimize merhametle, şefkatle yanaşıyor. Biz de ışığından ayrılırken onu üzmeden, birden bire karartmadan yavaş yavaş indiriyoruz fitilini aşağı. Işığı iyice cansızlaştıktan sonra bir müddet daha duruyoruz. Biraz daha kısıp kendi haline bırakıyoruz. O kendi kendisine sönüyor.
Söndürme işini sabırla zamana yaydığınız zaman gaz kokusu çıkmıyor.
Birden bire söndürecek olursanız, sizi dakikalarca rahatsız edebilecek gazyağı kokusu salınıyor içeri.
Kafamı koyuyorum rahmetlinin kanaviçe işlemeli yastığına. O yanımdaymış gibi konuşuyorum;
“Yarın” diyorum,
“Yarın Nalbantlarbaşı’na gidip, lambaya bir fitil alayım. Bir tek Çeko dayı satıyor artık böylesi malları.”
“Hadi iyi geceler hanım”
Cevap almam şart değil. O bana ötelerin ötesinden istediğim karşılığı veriyor.
Gaz lambasının şişesinden hafif çıtırtılar geliyor.
Camı soğudukça böyle şarkıları hep mırıldanır o…
Bir müddet sonra susar.
O zaman ben de uyumuş olurum.