BİR ÇİFT ESKİ AYAKKABI

Yasemin KAYA

8 ay önce

Zehra telefonu kapattığında ağlamaya devam ediyordu. İşte bugün on gün olmuştu ki teyzesi hastanedeydi, şimdi de yoğun bakıma girdiğini söylemişti teyzekızı. Yoğun bakım sözü bile ruhunu perişan etmeye yetmişti. Son bir buçuk yıldır yoğun bakımdan çıkabilen hiçbir sevdiği olmamıştı, önce annesi, sonra dayısı şimdi de teyzesi. “İnsanın anavatanı çocukluğudur.” demişti bir bilim insanı. Zehra’nın anavatanındaki her bir şehir, ölüm denen baş edilmez düşman tarafından tek tek ele geçiriliyordu işte kaç zamandır. Annesi ile dayısının ebedi göçlerinin arası üç ay sürmüştü. Ah, şimdi de teyzesi mi? Sevdikleri tek tek göçtükçe o anavatanda her seferinde bir bahçe solmuş, bir gökyüzü kararmış, bir nehir kurumuş, bir toprak buz kesmişti. Şimdi de teyzesi... Her gece düşüne misafir olan annesinin yokluğunu daha hazmetmemişken, hâlâ her anne türküsü dinlediğinde gözyaşları yanaklarından aşağı dolu taneler halinde yuvarlanırken demek şimdi de teyzesi…

Zehra’nın Melek’ten başka iki teyzesi daha vardı ama altı yaşına kadar bütün hatıralarının kahramanı Melek teyzesiydi, öyle ki bu hatıralarda annesinden çok teyzesi yer kaplıyordu. Hatırlayamadığı bir yaştan beri teyzesi gönlünün hükümdarıydı. Onun Zehra’ya düşkünlüğü belki uzun zamandan sonra baba evine giren ilk çocuk olmasından, ilk yeğen olmasındandı. Daha altı bezli bir çocukken şehirde yaşayan ablasından izinle alıp köye götürmüş, her türlü bakımını sevgiyle üstlenmişti. Anlatırdı ki sokakta bir çocukta gördüğü pembe bir kıyafeti çok beğenmiş, eve gelir gelmez kendi yepyeni pembe elbisesini kesip Zehra’ya o kıyafetten dikmişti, genç kızlar için yeni bir kıyafetin dünya dolusu değer taşıdığı bir zaman diliminde üstelik. Her yere yanında götürmüş, ağzından çıkan her sözünü zihnine nakış gibi kazımış, her haline hayran olarak çevresindekilere bunları defalarca zevkle anlatmıştı. Bir keresinde anası keçileri sağarken, keçinin geviş getirmesini soran Zehra’ya “Sakız çiğniyor.” demişlerdi. Zehra “Bana da vermez mi sakızdan?” deyince “Bugün söyle, yarın dağdan sana da getirsin, yarın elini ağzına tutarsan, o eline bırakır.” demişti anası. Bu oyun birkaç gün sürmüş, kız, keçinin dağdan getireceği dağ sakızını beklemişti. Zehra en son keçinin ağzına elini tutup beklemiş, sakız gelmeyince nenesine küsmüştü. Bunu bütün yüzünü aydınlatan sevecen bir gülüşle Zehra’nın olduğu her ortamda öyle anlatırdı ki duyan olayın daha birkaç saat önce yaşandığını sanırdı. Ya da yağmurlu bir havada koyunlar içeri alınırken kapıda beraber duruyorlarmış da yünleri yeni kırkılmış bir koyun, iki ayağı dışarıda ikisi içeride eşikte duraksamış, koyunun titreşen derisini gören Zehra “Ah canım, annen senin üstünü giydirmedi mi? Bu yüzden mi titriyorsun” demiş, bunu, dünyanın en şirin olayı gibi onlarca kez dinlemişti teyzesinden Zehra. Başka bir olayda da keçinin boynundaki sarkan iki küçük et parçasını soran Zehra’ya “Onlar keçinin küpeleri.” diye cevap vermiş, küçük kız da keçiye sormuş: “Akıllım, herkes küpesini kulağına takar, sen neden boynuna taktın?” Melek teyzesi, yıllarca hep aynı sevgi ve coşkuyla bunları Zehra’nın adının geçtiği her yerde anlatmıştı. Zehra’nın köy evinin bacasından düştüğü zamanı, kendisinin nasıl korktuğunu, nasıl telaşlandığını zaten ikisini de tanıyıp defalarca dinlemeyen bir Allah’ın kulu yoktu.      Zehra’nın teyzesiyle ilgili anıları ise onun kadar dile getirmediği için, içinde gizliydi. Teyzesi demek hep gülen bir çift yeşil göz, kırmızı yanaklar, biçimli elmacık kemikleri ve kıvırcık sarı saçlardı. Bacadan düştüğünde karanlık ahırda ne kadar geçtiğini bilmediği bir zaman sonrası korkarak kımıldamadan beklerken tepedeki pencereden “Zehra!” diyerek karanlığı ve korkuyu bitiren sesti, gelip kendisini kucaklayarak o uğursuz yerden çıkaran kollardı. Köyde kapının önünde koyunların tuz yaladığı taşın üstünde Zehra’ya banyo yaptırırken kafasından aşağı döktüğü sıcak su kovasının muhteşem rahatlığı, suların arasından sızan güneş ışığının gökkuşağı rengindeki hüzmeleriydi.

Teyzesi, seccade olarak işlenen bir etamin parçasına girip çıkan iğnenin rengarenk simli ipliklerle yaptığı harika desenlerdi. O harika desenler yapılırken kulağındaki “Ağrı dağından uçtum./ Çayır çimene düştüm./Ne belalı başım var./ Vefasız yâre düştüm.” türküsüydü. Teyzesi beyaz bir gelinlikti, eteğine sarılıp “Ne olur gitme.” diye yalvardığı. Aynı gün, hep güçlü gördüğü nenesinin, içerde millet halay çekerken, evin, üzeri büyük mıhlarla kaplı kapısına dayanıp gizlice gözyaşlarını sildiği mendildi. Nenesiyle ziyarete gittiğinde gördüğü, gelin gittiği kalabalık ailede bitmez bir enerji ile dönüp duran, hizmet eden, gelinlik ettiği için fısıltıyla konuşan, ağız burun kapatan yaşmaktı. Sonraki yıllar boyunca hasret kaldığı, çok yorulduğunu, yıprandığını duyduğuydu. Teyzesi,  gurbette çalışan kocasını bekleyerek gençliğini tüketen beş çocuklu anaydı. Teyzesi otuzlu yaşlarda yarı deli bir kaynana ve beş çocukla baş başa kalan bir duldu. Kocası öldükten sonra da yedi yıl felçli kaynanasına bakan, altını temizleyen bir vefa sembolüydü.

O dönem hatırlıyordu Zehra, sayısı beş altıyı bulan kayınları “Anamıza bak, köydeki tarlalar, bağ bahçe senin olsun.”demişlerdi teyzesine. Anaları öldükten sonra bu sözler unutulmuştu, kadıncağız nereden baksan yürüyerek bir saat mesafedeki kocasının köyünden on beşte bir, ayda bir sırtına ya da kucağına alarak bir çocuğunu hastaneye taşımıştı da kimsenin umurunda olmamıştı. Çocuklar mı yaramazdı bilinmez kırık, çıkık bitmemişti evlerinde. Şehre geldiğinde mutlaka kendilerine uğradığı için bir güz vakti beraber gitmişti teyzesiyle birkaç gün köyde kalmak için. Yürüyerek gitmişlerdi köye, teyzesi kocasından kalan az bir maaşla ev eksiği de görmüştü, eli kolu doluydu, ısrar etmesine rağmen Zehra’ya kıyıp yükünü paylaşmamıştı. Avlusuz, kapısı doğrudan dışarı açılan tek katlı iki odalı evin bir odasında soba yanıyordu, teyzesinin sarışınlığını almış bir ev dolusu çocukla çok güzel vakit geçirmişlerdi. Çocuklar, annelerinin sadece ten rengini değil, sevgi dolu yüreğini, çocuksu coşkusunu da almışlardı, sevgiye alışkın cins kediler gibi sevmek için, sevilmek için, okşanmak için etrafında dolaşıp durmuşlardı, karşılıklı güçlü bir sevgi akımı yaşamışlardı Gecenin geç bir vaktinde teyzesinin ahırda doğum yapan bir ineğin başını beklemeye gittiğini görmüştü. Dışarının dize kadar çamur olduğu, havanın yakıcı bir ayazla buzlandığı bir zamandı. Ahırla ev arasında mekik dokumuş, doğum yapamayan inek için çareler aramış, en sonunda gece yarısını çoktan geçen bir vakitte köyde bu işten anlayan birinden yardım alarak ineği zorundan kurtarmış, inekle buzağıyı birbirine kavuşturunca eve gelip yorgun vücudunu bir minderin üstüne koyabilmişti. Dünya herkese zordu da teyzesini, nenesinin sarı kızını sanki biraz daha fazla zorlamıştı. Beş çocuğunun hem anası hem babası hem evi hem vatanı olmuştu. Annesinin sözleri geldi aklına Zehra’nın: “Melek, söylediği türküdeki gibi vefasız yâre düştü, erkenden bırakıp gitti yâri.”

Çocuklar biraz büyüyüp şehre taşınmak için ısrar edince inekleri satıp şehre göçmüş, bir baş koşan olmadığı için elindeki parayla bir ev almayı beceremeyip bugüne kadar işte nerdeyse yirmi yıldır kiralarda ömür çürütmüştü. Başlarında baba olmadan çocuk yetiştirmenin bütün zorluklarını sonuna kadar yaşamıştı, çocukların hepsi art arda olduğu için çektiği ergen kahrı hiç bitmemiş, ‘her öküz aynı çubukla sürülmez’ darb-ımeselince kimini küserek, kimini gönlünü ederek, kimini acındırarak, kimini süpürgenin koççiğiyle hafiften döverek idare etmiş, kontrolünde tutmuştu. Sonra yaşı gelenin yuvasını kurmuş, kıt kanat imkânlarıyla hiçbir şeyde gözlerini bırakmadan nişanlarını, düğünlerini yapmıştı. Sona kalan kızı için “Allah’tan bir dileğim var, Memnune de yerine yerleşsin, hayırlı biriyle evlensin, yurt yuva sahibi olsun, başka şey istemiyorum.”derdi. En son birkaç ay önce Kurban Bayramı’nda bayramlaşmaya gittiğinde Memnune’nin bir yaşını geçen kızını anlatırken biraz ışığı artsa da, teyzesinin gözlerinde gitmeye, emaneti teslim etmeye hazır ifadeyi görmüştü Zehra. Son üç yıldır zaten hastanelerden, doktordan bu tarafa geldiği yoktu, bir poşet dolusu ilaç içiyordu, göstermişti ilaç poşetini, sade bir öğünde içtiği on altı tane ilacı vardı, şeker, tansiyon, kalp, romatizma ve başka bir sürü hastalık. Fakat her görüştüklerinde olduğu gibi gene Zehra’yı güldürecek bir sürü konudan söz açmış, anlatmış, gülmüş, güldürmüştü.

 Üç gün önce hastanede yatarken de telefonla aramıştı Zehra, on dakikayı geçen bir süre konuşmuşlardı. “Teyze, moralini yüksek tut, sen ne geçitlerden atladın bugünlere geldin, bu da geçecek, gene görüşeceğiz, konuşacağız, gülüşeceğiz.” derken kalbi, dilini yalanlamıştı nedense. Ne olursa olsun bakımlık olmak, gelin eline kalmak Anadolu kadınında en büyük korkuydu. Annesinden biliyordu günde beş vakit duasıydı: “Allah’ım, bağladığım baş ile pişirdiğim aş ile canımı al. Oğlum, kızım dedirtme, ele ayağa düşürme.” Teyzesi de aynıydı,  gelinler için söylenmiş o söz vardı ya ‘gelin kısmı un çuvalı gibidir, vurdukça tozar’ yani geçim ehli olmak lazımdı, “Kaldık oğul eline, minnet edek geline.” diyordu bu nesil kadınlar. Büyük oğlu ile aynı evdeydiler, gelininden memnundu ama gene de kimsenin umuduna kalmaktansa eli, ayağı tutarken üç beş gün daha demeden dünyadan göçüp gitmeyi tercih ediyordu. Bu yüzden Zehra, Yaratan’dan teyzesi için en hayırlı neyse onu dilemişti.

Bu hislerle hemhal iken zamanı unutmuştu, birden telefon sesiyle irkildi, mesaj gelmişti, baktı kardeşinden: “Teyzemi kaybettik.” Ne kadar teslim olmaya çalışsa da işte gene, elli yılı dolduran hatıralarını gönlüne bir tortu olarak çökerten ölüme hazırlıksız yakalanmıştı. İnsan ne olursa olsun sevdikleri hiç gitmesin diyordu, her elini attığında orada hazır bulsaydı, hiç eksilmeselerdi, hıçkırıklarla elini yüzüne kapatarak koltuğa yığıldı.

Ertesi gün doğrudan morga gitti, hastane gasilhanesinde yıkanan cenaze, eve gelmeden camiye gidecekti, sevenleri karşısında ilk ve son kez el bağlayıp namazını kılacak, sonra rahat yerine defnedeceklerdi. Teyzesini gelin gibi bir kez daha beyazlara bürünmüş gördü orada. Bu defa da kefene sarılıp “Teyze gitme, ne olur.” diye ağlasaydı da teyzesi gidecekti, bu gidiş en kaçınılmaz, en kesin, en gerçek olandı. Can taşıyan herkes için doğumla başlayan çaresiz hastalıktı bu gidişin sebebi, kaçışı yoktu, ilacı yoktu, can varsa ölüm de vardı.

Teyze çocuklarıyla kabristana gitti, veda töreninin her kısmında var olmak istiyordu. Koca yetmiş küsur yıla yayılan ömür sahnesinin son perdesi yetmiş dakikaya sığmış bir takım görevlerle kapandı. Ekim soğuğunda üşüyerek, teyzesini soğuk toprağın kucağına koyup zor günlerinde yanlarında olmak istediği teyze çocuklarıyla onun evine geçti.

Teyzesinin evine girerken gördü onları, orada öyle rengi solmuş siyahlıklarıyla sahipsiz duruyorlardı, çok sarsıldı, bahçe duvarına tutunmasa yere düşecekti: Teyzesi, bahçe kapısının önüne konulmuş bir çift eski, yıpranmış ayakkabıydı şimdi. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI