BİR POŞETLİK SIR

Yasemin KAYA

7 ay önce

Yaz tatili çok yaklaşmıştı. İlkokul üçüncü sınıftaydım, en yakın arkadaşım Hacer ile hem mahalle hem sınıf arkadaşı olmanın güzelliklerini sonuna kadar yaşıyorduk, onların kiracısıydık, evlerimiz altlı üstlüydü. Babalarımız, siyah okul önlüklerimizi ve altına giydiğimiz toprak rengi pantolonlarımızı aynı yerden almıştı, bu bir örnek giyimden dolayı sima ya da beden olarak hiç benzemememize rağmen “Siz ikiz misiniz?” diye soranlar bizi yıl boyu çok keyiflendirmişti. Okulda teneffüslerde diğer arkadaşlarımızla halka olup dönerek öğretmenimiz için koro halinde ‘Kilimcinin atları’ tekerlemesini söylerken omuz omuzaydık: “Kilimcinin atları/ Kiyir kiyir kişniyor/ Arpa buğday istiyor/ Arpa buğday yok/ Kilimcide çok/ Ey kilimci kilimci/ Nerden aldın pirinci./ Öğretmenler içinde/ Bizim öğretmen birinci.” Kalabalık sınıfında birçoğumuzun adını bile bilmeyen öğretmenimizin, aslında ne kadar hak ettiği tartışılabilecek, bu övgü dolu sözlerle diğer arkadaşlarına karşı hafif böbürlendiğini hissettikçe sesimizi iyice yükselterek daha çok dönerdik. Okul yolundaki bakkaldan,  artırdığımız harçlıklarımızla üzerinde kocaman harflerle Kurtuluş Yayınları yazan ince hikaye kitaplarını alırken yan yanaydık, farklı kitaplar alarak değiş tokuşla daha çok kitap okumayı hedeflerdik. Çantalarımızı yere atan, saçlarımızı çeken, okul bahçesine gelip sündürme ya da leblebi tozu satan adamdan aldığımız şeyleri elimize vurarak yere düşüren sınıfın haşarı çocuğu Kemal’i, her sabah okula gelirken, kahverengi bekçi kıyafetiyle gördüğümüz kendisine çok benzeyen kısa boylu, göbekli babasına şikayet etmeyi planlarken de kafa kafayaydık. Fakat aylarca her gün “Bugün mutlaka söyleyelim.” demiş, bir türlü cesaret edememiş, çekinmiştik, cesaret ve özgüvenimizi çalmayı terbiye; susmayı, sabretmeyi erdem olarak adlandıran bir toplumun çocuğuyduk biz.

            Mahalledeki günlerimiz okuldan farklı değildi, akşam karanlığı çökene kadar sokakta gödelek, istop, yakan top oynarken da hep beraberdik. Genellikle oyunumuz büyüklerden birinin gelip “Ayağımın altında ne var: Davul./ Evine gitmeyen gavur.” sözüyle biterken ertesi gün yeni bir başlangıcın hayaliyle evimize girerdik.

            Sonunda karne günü geldi. Hacer ‘İyi’ ile geçmişti, ben ‘Orta’ ile. Benim için düşünülünce ‘Orta’ bile fazlaydı, sınıfa gelen cana yakın müfettişin sıcak tavırlarından cesaretlenerek duvarda asılı tablodaki yazıyı okumak için ilk defa ısrarla parmak kaldırmış, sonunda ‘Yönler’ yazısını ‘Yünler’ diye okumuştum, o yazı yıl boyu karşımdaydı, doğruluğundan o kadar emindim ki. Müfettiş tatlılıkla yanlışımı düzeltince hatamı fark etmiştim. Ama benim ‘yön’ diye bildiğim bir kelime yoktu ki, çevremden bildiğim kelime, koyunların sırtındaki ‘yün’ kelimesiydi. Bazen öğretmenimiz matematik problemlerini tahtaya yazıyor, kağıt üstünde çözüp kendisine vermemizi istiyordu, ben yapamayınca o kağıdı vermiyordum. Hatta bir keresinde soruları çözemeyince kağıda adımı yazmadan vermiştim, öğretmen benim kağıdımı havada sallayarak “Bu hangi salağın kağıdı, adını yazmamış.” derken -benim kağıdımdı, renginden tanıyordum, bütün sınıfta saman kağıdından defteri olan bendim çünkü-  gözden kaybolmak için sıranın altına doğru iyice kaymıştım. Öğretmenimizin hangi zaman ders anlattığının farkında değildim, en çok bütün sınıfı sıra dayağından geçirirken birebir bizimle ilgili olurdu, bir de annesi öğretmen olan sınıf arkadaşımız narin yapılı Meral’e, bizim ellerimizi kızartan, parmaklarımızı uyuşturan sopayı yalancıktan sallarken Meral’in yerinde olmayı istediğimde ilgimi toplardı.

            Yaz tatili Hacer ile benim için daha çok beraber zaman geçirmek demekti. Onun annesi de benim annem de bizden küçük bir sürü çocuk yapmıştı ve bizim ev görevlerimizden biri de onlardan en küçük olanı oyalamak, gezdirmek, ona bakmaktı. O en küçük, eğer gezebilecek yaştaysa keyfimize diyecek olmazdı, çünkü hem onlara bakıp hem de istediğimiz kadar ev dışında zaman geçirebilirdik.

Tatilin ilk günleriydi ki bizden bir bahçe duvarı ile ayrılan karşı evin balkonunda eve girip çıkan iki genç kız dikkatimizi çekti. O evde oturanlar da kiracıydı, bu kızlar misafir olmalıydı. Hacer’in ablası Gül abla ile aynı yaşta gibiydiler. Ama mahallenin kızlarından farklıydılar. Kısa kollu buluz, pantolon ya da çorapsız uzunca etek giyiyorlardı, saçları da örtük değildi. Balkondan bizi gördükçe gülümsüyor, sohbet etmek için fırsat kolluyorlardı. En sonunda Gül abla tanışıp arkadaş olunca biz de tanıdık onları. Birinin adı Neşe, diğerininki Oya idi. Neşe abla, komşunun kız kardeşiydi, ilkokul öğretmeni olacaktı, mezuniyetine bir yıl vardı. Omuzlarına inen düz saçlı, yuvarlak, güleç yüzlü, kilosuyla orantılı orta boylu, gözlerinin içi gülen, sevgi dolu bir kızdı. Oya abla da komşunun görümcesiydi, o da matematik öğretmenliğinde okuyordu. Kıvırcık saçlı, esmer yüzlü, atletik vücutlu bir kızdı, öbürüne göre daha mesafeli, ciddi bir havası vardı. Ama girişken tavırları, güleç yüzleri, ilgili, sevecen halleriyle ikisi de çok kısa sürede asık suratlı yetişkin kadınlar da dahil herkesin sevgisini kazanmayı başardılar. Bu sevgi çemberine ilk girenler de tabii ki Hacer ile ben olduk. Ablalar bizimle ilgileniyor, dersler hakkında konuşuyor, yeri geldikçe basit sorular sorarak yeni şeyler öğretiyorlardı. Onlarla beraber bir de mahallede ‘kıra gitme’ modası başladı. Mahallemiz şehrin nerdeyse bitiminde bir ırmağın kıyısında olduğundan ırmağın karşı tarafında seyrek ağaçlardan oluşan küçük bir koru vardı ve ‘kıra gitmek’ için bulunabilecek en iyi yerdi. Ağaçlık alanın biraz gerisinden şehrin sınırı gibi duran dik kayalık başlıyordu ki keskin bir yükseklikle yukarıya uzanıyordu. Anneler, genç kızlar, çocuklar, bebekler hep beraber sepetlere, naylondan, renkli çizgili pazar torbalarına, yemekleri doldurarak sık sık ırmağı geçip kır gezileri yapmaya başladık. İş bezgini anneler de dahil herkes hayatından memnundu. Akşama kadar açık havada hoplayan, zıplayan, ip atlayan, yakan top oynayan, paçasını sıvayıp ırmağa giren gençler, çocuklar; yiyen içen, eltisini çekiştiren, laflayan anneler, herkes mutluydu. En çok biz, benim yaşımdaki kızlar bu gezilere ve ablalara bayılıyorduk, onların her haline hayrandık. Bizi bir sıra haline sokuyor, koruda uygun adımlarla yürütüyorlardı. Yürürken de onların sözlerini tekrar ederek Gençlik Marşı’nı okuyup sesimizi yere göğe dinletip küçük ormanı sert adımlarımızla inletiyorduk. Ya da bazen televizyonda gördüğümüz Eti reklamındaki sözleri söylüyorduk soru-cevap halinde: “Size bir bilmecem var çocuklar./ Haydi sor sor./ Çayda kahvaltıda yenir./Acaba nedir nedir/ Bisküvi deyince akla/ Tamam şimdi buldum./Hemen onun adı gelir.” Hep bir ağızdan bağırıyorduk: “Eti Eti Eti”

            Bu kır gezilerinin birinde kağıttan yapıp suya atığım bir gemiciği akan su boyunca takip ederken topluluktan uzaklaştığımın farkına varmadım. Kıyıdan giderken suyun dağla arasının iyice daraldığı noktada dağın yamacında bir naylon poşet gördüm, poşetin içinden uzun dolaşık ip gibi bir şeyler dışarı uzanıyordu. Havada dönüp duran dağın ev sahibi akbabalar, kartallar zaten gözümüzün alıştığı görüntülerdi ve yükseklerden gölgeleri yere düşüyordu. Poşete biraz daha yaklaşınca göz yerleri oyuk bir kafa ve küçük bir beden olduğunu fark ettim. Bedenin büyük bir bölümü poşetin içinde olduğu için kol ya da ayakları var mı yok mu dikkat bile etmedim. Dışarı dökülen şeyler bağırsaktı. Hayatında yakından kuş ölüsü bile görmemiş benim için bu hem korku hem merak uyandıran görüntüden bakışlarımı bir türlü koparamıyor, beynim, bir insan yavrusu olması gerçeğini reddederek bazen çöplüklerde uzaktan gördüğümüz gibi bunun bir hayvana ait olduğuna beni iknaya çalışıyordu. Orada ne bir adım geri ne bir adım ileri mıhlanmışçasına ne kadar kaldım bilmiyorum, yukarıdaki gölgelerden birini hemen başımın üstünde uçuyormuş gibi hissederek bacaklarımda âni bir güç bulup geride kalan kalabalığa doğru koştum. Kimse ne bembeyaz olan benzimi, ne koşmaktan körük gibi inip kalkan göğsümü fark etti, herkes kendi dünyasındaydı. Gül ablayı bularak ileride bir şey gördüğümü ona söyledim. Yanında birkaç kişi ile bakmaya gittiler. Evet, onlar da görmüştü o minik bir bebeğin bedeniydi, bu defa annelerden oluşan bir grup bakmaya gitti, geldiklerinde kendi kendilerine yorum yapıyorlar: “Kim bilir hangi gizli günahın sonucu ki getirip buraya atmışlar?” diyorlardı. Birisi “Canlı canlı atılmış olabileceğini, ağlaya ağlaya öldüğünü, akbabalarının da gözünü oyduğunu” söyledi. Neşe abla ile Oya abla bakmaya gitmediler, küçüklerin gidip görmesine de engel oldular.  Ortamı yeniden canlandırmaya çalıştılarsa da onların pozitif enerjisi bile olayın korkunçluğunu alt edemedi. Günün tadı kaçmıştı, yavaş yavaş toparlanarak ırmağı geçip evlerimize geldik. O gün kıra gelmeyen anneme gördüklerimi anlattım. “Sen yanlış görmüşsündür, hiç olur mu öyle şey?” diye beni kandırmaya çalışsa da ben ne gördüğümü iyi biliyordum. Devam eden günlerde her tuvalete, banyoya gidişimde o içinden bağırsaklar taşan poşet, göz yerleri oyuk bebek bedeni, arkamda bir yerdeymiş gibi irkildim durdum. Günler boyu aklımdan ne o görüntüyü ne de kadınların yaptıkları yorumları atabildim. Gündüz sokaktan geçen herhangi bir kadın hakkında acaba ‘gizli günahkar bu kadın mı’ diye içimden geçti. Geceleri rüyamda, baştan ayağa siyahlar giyinmiş bir kadın kucağında bir poşetle geliyor, poşetin ağzını açarak ırmağın kenarına bırakıyor, poşetin içinde uyuyan bebek o anda uyanıp ağlarken kadın arkasına bile bakmadan uzaklaşıyor, yukardan süzülerek inen bir kartal bebeğin ağzını kanatlarıyla kapatarak sesini kesiyordu. Bazı rüyalarımda ise poşetten uzanan yarı kan yarı toprak rengi bağırsaklar, birkaç koldan kıvrılarak uzuyor, ırmağı geçerek bizim eve kadar geliyor, boğazıma dolanacak oluyor, ben nefessiz kan ter içinde uyanıyordum. Artık canım hiç dışarı çıkmak istemiyor, kapıya gelip oyuna çağıran Hacer’e bile ‘hayır’ diyordum. Önceleri sokağa çıkmak için yalvaran kızının şimdi evden çıkmayan hali, en başta annemi sevindirse de bu halin uzaması canını sıkmaya başlamıştı sanırım. Bu kadar duygusal olmam onun nazarında çekilmez oluyor, arkamdan söylenirken: “Çöplükte bittim, gül bittim.” diye hassasiyetime kızıyordu.

            Bir gün kapı çaldı, ben açtım. Baktım Neşe abla ile Oya abla. Beni merak etmiş, görmeye gelmişler. İçeri geldiler, annem çay hazırladı, balkonda bisküvi yiyip çay içerken sohbet ettik. Beni çok sevdiklerini, çok akıllı bir kız olduğumu söylediler. Hayatın bazen bize olmadık olaylar yaşatıp görüntüler sunabildiğini, her şeye rağmen yaşamanın çok kutsal ve güzel bir nimet olduğunu anlattılar. Öyle eğlenceli şeyler anlattılar ki günlerden beri ilk defa gülümsediğimi fark ettim. O gün poşetteki bebek hiç aklıma gelmedi, rüyama da girmedi. Ve sonraki günlerde de.

Neşe abla ile Oya abla misafirlikleri bitip gittikten sonra birçoğumuzun hayalini öğretmen olmak süslüyordu. Artık sık sık bizden küçüklerle okul oyunu oynuyor, Hacer ile ben sırayla öğretmen oluyor, öğrencilerimize Neşe ablalardan öğrendiğimiz şarkıları söyletiyor, oyunları oynatıyorduk.

YAZARIN DİĞER YAZILARI