?>

TOPLUMUN MANEVÎ ÖNDERLERİ

Allah Teâlâ’nın son ilahî vahyi olan dîn-i mubîn-i İslam, Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe-i Kiram (r. anhüm) başta olmak üzere, hayatlarını bu uğurda feda etmiş nice ismin omuzlarında günümüze kadar ulaşmıştır.

Fatih ÇINAR

3 yıl önce

Allah Teâlâ’nın son ilahî vahyi olan dîn-i mubîn-i İslam, Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe-i Kiram (r. anhüm) başta olmak üzere, hayatlarını bu uğurda feda etmiş nice ismin omuzlarında günümüze kadar ulaşmıştır. Efendimiz (sav), gece gündüz demeden, daima kardeşlerini nefsine tercih ederek ve insanların İslam’ı doğru bir şekilde anlayabilmeleri için her türlü fedakârlığı yaparak Sahabe-i Kiram’a (r. anhüm) değeri pek yüksek bir emanet bırakmıştır. Hz. Peygamber (sav), bu emaneti veda hutbesinde, İslam’ın özeti olarak, “Allah’ın kelamı Kur’ân-ı Kerim ve Resulü’nün sünneti” şeklinde tarif etmişlerdir. Sahabe-i Kiram (r. anhüm) da bu emaneti dünyanın her tarafına ulaştırmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Bu gayretlerinin bir neticesi olarak Sahabe-i Kiram (r. anhüm), vatanlarını, sevdiklerini ve her türlü dünyevî hesaplarını bir tarafa bırakıp dünyanın dört bir tarafına dağılmışlar, böylece yeryüzünün en fedakâr ve çıkarsız hizmet yolculuğunun temsilcileri olmuşlardır. Onların, İslam aydınlığını gönüllere ulaştırmak için doğuda Çin’e, batıda Atlas Okyanusu’na, kuzeyde Kafkaslar’a ve güneyde Sudan’a kadar dünya coğrafyasındaki varlıkları, toplumlara manevî önderlik yapma gayretlerinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. İçerisinde yaşadıkları toplumların dertleriyle dertlenmeyi Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe-i Kiram’dan (r. anhüm) öğrenen tabiîn ve tebe-i tâbiîn dönemlerinde de bu gayretler hız kesmeden devam etmiştir. Hasan-ı Basrî (r.a), Râbiyetü’l-Adeviyye (r. anhâ) ve Zünnûn-ı Mısrî (r.a.) gibi birçok isim, insanlığın hak ve adalet ekseninde seyri için alın teri dökmüştür. Selçuklu ve Osmanlı dönemleriyle birlikte toplumların gönüllere hitap eden ilim ve maneviyat rehberleri, artık sistemli bir şekilde bu görevlerini ifa etmeye başlamışlardır. Medreseler, tekkeler, hankâhlar, akıncılar, murâbıtlar ve vakıf müesseselerinin mimarları hep bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ahîler çıraklık, kalfalık ve ustalık hizmetleriyle toplumun ticaret hayatını canlı tutmaya çalışırken bir yandan da tüccarların manevî yönlerini İslam’ın rengine boyayabilmek için gayret göstermişlerdir. Astronomi, tıp ve matematik gibi pozitif bilimlerin yanı sıra tefsir, hadis, fıkıh ve kelam gibi İslamî ilimlerle meşgul olarak İslam toplumunun zâhirî manada İslam’ın ilkelerine riayetini sağlamak için çalışan ulemâyı da burada özellikle zikretmemiz, onlara olan vefa borcumuzun bir gereğidir. Onlar, Kur’ân-ı Kerim’in doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için giriştikleri tefsir faaliyetleri, Sünnet-i Seniyye’nin sahih bir şekilde nesillerden nesillere intikali için gösterdikleri hassasiyet, hayatın tamamını kuşatan, dinin inciliklerini ve işleyişini anlaşılabilir ve formülize edilmiş şekliyle sunma gayretleri ve nihayet inanç dünyamızdaki aşırılıkları törpülemek ve eksiklikleri gidermek için sergiledikleri itikadî gayretleri, bu alanlarda büyük bir açığın doldurulmasını ifade etmesi bakımından önemlidir. Tarih boyunca, ulemânın bu fedakâr çabaları ile birlikte toplumun gönlüne hitap eden ve insanların ahlakî gelişimleri için adımlar atan özel bir zümrenin varlığına da şahit olmaktayız. Bu zümre, nefisle mücadele konusunda ve İslam’ın pratik hayatta Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe-i Kirâm (r. anhüm) çizgisinde yaşanabilmesi için sabır, azim, ölüm gerçeğiyle hayatı anlamlandırma, zikir, tefekkür, zamanın şartlarına göre hizmet standartlarını belirleme (İbnü’l-vakt olma) ve kâmil insan olma arayışlarıyla toplumun önünde ve insanlara yol gösterici olma özellikleriyle dikkat çekmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylânî ve Ahmed er-Rufâi bu kutlu silsilenin öne çıkan isimlerinden bazılarıdır. Onlar, tıpkı Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe-i Kiram (r. anhüm) örneklerinde olduğu gibi nefislerini değil, toplumun farklı kesimlerinin dertlerini dert edinmiş, sabır ve takva zırhlarına bürünmüş, cömertlik ve yaratılana hizmet şuuruyla hayatlarını İslam ümmetine ve bütün insanlığa hizmete adamış gönül erleridirler. Bu büyük isimler, kimsenin yatağına aç girmemesi, evlenemeyen gençlerin kalmaması, ilim yolculuğuna maddî imkânı olmadığı için çıkamayan kimsenin olmaması hizmete muhtaç yaşlıların bakımı, hata işleyip toplumdan uzaklaşan bireylerin tekrar topluma kazandırılması ve toplumun refah seviyesinin yükselmesi için cansiperane gayretler göstermişlerdir. Şehrimiz açısından toplumun gönül mimar olarak kabul ettiği örneklere şöyle bir göz atacak olursak, çizmeye çalıştığımız bu çerçevenin daha net bir şekilde belirdiğini, hep birlikte görme imkânına kavuşacağız. Sözgelimi, Akkaya Tepesi üzerinde Allah’ın (c.c) dini uğrunda mücadele etmenin bedelini canıyla ödeyen ve şehitliğin manevî tesirini şehrimizin güzide insanlarına hissettiren Abdülvehhâb-ı Gâzî (r.a) ve günümüz insanına yönelik mesajlarını okumamız bu noktada ufkumuzu açacaktır. O, Medine’den kalkıp bu topraklara dîn-i mubîn-i İslam’ın mesajını taşımak için gelmesi ve bu uğurda canını feda ederek bu toprakların bize vatan olabilmesi noktasındaki fedakârlığı ile hâlâ insanımızın gönlünde bambaşka bir konuma sahiptir. Şehrimizde düğünü, sünneti veya başka bir hayırlı işi olanın ilk önce bu büyük gönül insanını ziyaretle hayırlı işine başlama düşüncesi de bu sevgiden kaynaklanmaktadır. Şehrin göbeğinde, Hacı Bayram-ı Velî, Hacı Bektâş-ı Velî, Yunus Emre ve Mevlana gibi büyüklerdeki ilim, irfan ve yaratılmışa hizmeti şiar edinen Şemseddîn-i Sivasî’yi de hatırlatmak isteriz. Memleketi Zile’den Sivas’a Hz. Peygamber’in (sav) hicret sünnetini ihya için göçen, Meydan Cami’nde yaklaşık otuz dört yıl süren vaaz ve irşatlarıyla gönülleri fetheden, kaleme aldığı eserleriyle topluma ufuk çizen ve nihayet seksen yaşları civarında katıldığı Eğri Seferi ile bizlere “Toplumun manevî mimarı nasıl olmalı?” sorusunun cevabını veren bu büyük gönül erinden öğreneceğimiz daha çok şey var kanaatindeyiz. Ulu Cami’nin tamiri, yetim ve öksüzlerin bakımları, Sivas İmam Hatip Lisesi’nin inşası, yol, köprü ve cami gibi birçok hayrın öncüsü olan İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak da aynı anlayışının günümüze en yakın temsilcilerindendir. O, “İncinsen de incitme!” diyerek gönüllere girebilmenin sihirli formülünü bize emanet ederek bu fâni âlemden ayrılmıştır. Şehrimiz, gönül mimarları açısından çok zengin bir birikime sahiptir. Kur’ân-ı Kerim’e hizmetleriyle ön plana çıkan Mûr Ali Baba, kurtuluş mücadelemizin manevî mimarlarından olan Arap Şeyh (Abdullah Hâşim el-Mekkî), Sivas Müftüsü Abdurrauf Efendi, Kazancı-zâde Emin ve Mustafa Takî Efendiler, Mevlana’nın sırdaşı olan Ahî Emir Hz., devlet adamlığı ve ilmî faaliyetleriyle göz dolduran Kadı Burhâneddin ve daha niceleri bu şehrin bağrında toplumun manevî kandilleri olarak insanımızı aydınlatmaya devam etmektedirler. Netice olarak şunu ifade etmemiz yerinde olacaktır: Bizi biz yapan değerlerimiz olarak toplumumuzun manevî dinamikleri olan bu gönül mimarlarına sahip çıkmalıyız. Onların misyonunu sürdürme gayretinde olan din gönüllülerimize, dünya beklentisi olmaksızın yaratılmışa hizmeti şiar edinen gönül mimarlarımıza ve telkinlerine kulak vermeliyiz. Onları ve çağrılarını; herkese tevazu kanatlarını indiren, yorulma hissi duymadan çalışmayı şiar edinen, vatanına, bayrağına, millî ve manevî değerlerine sahip çıkan, nefis terbiyesi ile ilahî tecellilere mazhar olan, ruhunu ihya ederek ahlakî güzelliklerin sevdalısı haline gelen, sabır elbisesi ile süslenen, cömertlik yönüyle gıpta edilen, kâmil insan olabilmek için gayret gösteren ve rızâ-yı Bârî için karşılık beklemeden bütün güzelliklerin meftunu olan Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe-i Kiram’ın (r. anhüm) günümüzdeki nefesleri ve neferleri olarak görmeliyiz. Bizim de gayretimiz, bu gönül mimarlarının yollarına layık kimseler olabilmek için serdedilmelidir. Gönül dünyamızın eşsiz isimlerinden olan Yunusumuzun şu dizleri ile bitirelim: “Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.    Hani erenler geldi geçti bunlar yurdu kaldı göçtü, Pervaz urup Hakk’a uçtu hüma kuşudur kaz değil.    Yol oldur ki doğru vara göz oldur ki Hakk’ı göre, Er oldur alçakta dura yüceden bakan göz değil.   Doğru yola gittin ise er eteğin tuttun ise, Bir hayır da ettin ise birine bindir az değil.   Yunus bu sözleri çatar sanki balı yağa katar, Halka mata’ların saçar yükü güherdir tuz değil.” (Yumaz: Yıkamaz. Pervaz urmak: Uçmak, kanatlanmak. Hüma kuşu: Efsanevi kuş, anka, simurg, zümrüd-i anka, devlet kuşu. Güher: Mücevher, inci. Er: Ermiş, evliya. Mata, meta: Mal mülk, eşya.) 
YAZARIN DİĞER YAZILARI