?>
Yüce Dağ Başında
Kim demiş nazlı Sivas dümdüz ovada kuruludur diye? Kim demiş dağı tepesi yoktur diye? Siz bakmayın onun öyle sedasız duruşuna. Göğ ekinler gibi sıralanan binalarına, yollarına, ağaçlarına bakıp da tezce hüküm vermeyin. Sırtını dayadığı, derdini döktüğü, zirvesine gözünü diktiği, daha eylül girmeden kardan kaftanına bürünen nice geçit vermez dağları barındırır topraklarında. Eteklerinde sürülerini otlattığı, ısırganlarını, madımaklarını, karamuklarını devşirdiği, ince bilekli bir ceylanın ardına düşüp doruklarına tırmandığı yükseltilerle bezelidir dört yanı. Kartalların, turnaların, kırlangıçların, üveyiklerin soluklandığı, mor hareli ulu güzellikler manzumesi ile kaplıdır.
Belki Amasya gibi, Tokat gibi, dağlar kayalar şehre adım atan misafirlerini daha kapı ağzındayken buyur etmez ama sırtını verdiği irili ufaklı çok sayıda dağı da bağrına basar Sivas.
Bey Dağı, Köse Dağı, Kızıldağ, Akdağ, Gövdeli Dağı, Gürlevik Dağı, Yama Dağı, Tekeli Dağı, Yıldız Dağı, Asmalı Dağı, Hezanlı Dağı, Karababa Dağı, Çamlıbel Dağı, Tecer Dağı… ilk akla gelenler.
“Arkam sensin, kal’am sensin dağlar hey!” diye ünleyen koç Köroğlu gibi, Sivaslı da acısını, tatlısını sır saklayan dağlarla paylaşır çoğu zaman. Ataları gibi kutsal görür. Gidip gelmeyen sevdalının, gurbete düşmüş kızın, davullarla peygamber ocağına yolcu edilen oğulun günlerini sayar zirvelere bakarak.
Soğuk memlekettir Orta Anadolu’nun en ortasındaki Sultan Şehir. Karla içli dışlıdır. Kışı pek sever. Kış da ona sevdalıdır. Bu muhabbet yüzünden elmas misali ışıldayan karları kolay atmaz sırtından, kol boyu uzayan buzları tezce bırakmaz saçaklarından. İşte bundan olsa gerek, karla birlikte anılır dağlar da çoğu kez.
Bir yakını Hakk’ın rahmetine kavuştuğunda, “dağ gibi adamdı” der. Bir sıkıntısı olan ahbabını, “Dağ başına kış gelir, kul başına iş gelir” sözüyle teselli eder. “Danışan dağı aşar, danışmayan düz yolda şaşar” diyerek yol gösterir. Seneler sonra buluştuğu birisine “Dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur” der sevinçle. Burnu Kafdağı’nda olan bir yeniyetmeye, “Dağlar ne kadar yüce olsa da üstünden geçen bir yol bulunur” diye nasihat verir. Gidip de gelmeyen hayırsızı için “Taş altında olmasın da dağ ardında olsun” der. Canını yakan, gözünden yaşlar akıtan birisine “Dağ başında kalasın. Yedi dağın ardına gidesin. Delire dağlara düşesin” diye bedduada bulunur yüreği burkula burkula. Başında kavak yelleri esen gencine, dost edinmesi için “her dağın başına bir han yap oğul” der.
“Sivas’ın yollarına, çıkayım dağlarına” diye bir ün vermeye görsün sanatçının biri; hele gurbet eldeyse, boğazına bir yumru tıkanır, sesinin yettiğince eşlik etmeye çalışır. Dağ kokulu anıkların, kekiklerin kokusu gelir burnuna, dağ çeşnili yoğurtların, balların lezzeti yapışır damağına, halaylı, davullu zurnalı toyları düğünleri gelir gözünün önüne. “Orda bir dağ var uzakta, inmesek de, çıkmasak da o dağ bizim dağımızdır” der gözleri dola dola.*(1)
Sanmayın ki Sivas’ın dağlarını sadece Sivaslı sever. Soyadı kanunu çıktığı tarihlerde Sivas’ta görev yapan Ahmet Kutsi merhum, çok sevdiği şehrin, sevdiği bir dağını, Tecer’i kendisine soyadı olarak alır. Gene bir başka Sivas sevdalısı, Sivaslı birçok kalem erbabının yazma ateşinin fitilleyicisi İbrahim Aslanoğlu da oğluna Tecer ismini verir.
Geçit vermese de, altı ay karı üstünden kalkmasa da dağlar Sivaslının çok şeyidir. Türküsü, şarkısı, ağıtıdır. Ninnisi, manisi, bilmecesidir. Koyunu keçisi, sütü yoğurdu, türbesi adağıdır.
Sivas kırsalında her yıl iki kere ziyarete gidilir. Bunun birincisi “kuzu yiyimi”nde, ikincisi ise “değirmen sonu”nda olur. Şifa ve dilek maksadıyla gidilen bu yerler, türbe, mezar, ulu ağaç, su gözesi, koruluk olduğu kadar karlı dağ tepeleridir de. Anadolu erenlerinin birçoğu, ne hikmetse bu yalçın kayalıklarda, ulu dağlarda medfun bulunurlar. Her ilçenin, köyün gittiği ziyaret yeri ayrıdır. Şeme Dağı (Şarkışla), Kösedağı (Suşehri), Tecer Dağı (Ulaş), Ali Dağı (Gemerek) bu gayeyle tırmanılan dağlardan birkaçıdır. *(2)
1243 yılında Anadolu Selçukluları ile Moğollar arasında yapılan savaşta üç bin Selçuklu süvarisinin Kösedağ’ın bağrına gömülmesine sebep olan yenilgiyi, bölge ahalisi hiçbir zaman unutmamıştır. Asırlardır işte bu yüzden her temmuz ayında binlerce Suşehrili, Zaralı, Koyulhisarlı dağa çıkıp, Kösedağ şehitlerini anarlar. Kurban kesip, etleriyle pilav pişirip yer, şehitlerin ruhuna Kur’an ve Mevlit okuturlar. *(3)
Sivas merkezinde yaşayanlar da şehrin manevi bekçilerden kabul edilen Ahmet Turan Hazretlerini, Abdülvehhabi Gazi’yi ziyaret için yükseklere çıkmaktan geri durmazlar.
Yüreği yanık, acı görmüş, cefa çekmiş millettir yurdumun insanı. Çekmektedir de hâlâ. Belki de bu yüzden memleketin çeşitli köşelerinde “Yüce dağ başında bir top kar idim, yağmur yağdı ılgıt ılgıt eridim”, “Yüce dağ başında yanar bir ışık, düşmüşem derdine olmuşam âşık”, “Yüce dağ başını duman kaplamış, yine mi gurbetten kara haber var” türküleri söylenir. Ancak ki bunları dillendirerek bağrının sızısını azaltır. Dağlarla dertleşir, üzerinden geçen kuşlarla halleşir. Gücü karşısındakine yetmez de doruğu karlı dağa yeter.
Aşılmazdır dağlar; yücedir. Belki Ferhat böğrünü delmiştir ama herkesin gücü yetmez yeni oyuklar açmaya. Issız dorukların üzerine basabilen âdemler, avcılardır, arıcılardır, sürüsünün peşinden ayrılmayan çobanlardır. Bazen de el içine çıkmaya yüzü olmayan, insan sesi duyduğunda yolunu değiştiren uğrulardır.
Yüreğinin ağusu diline vuran insanımız, türküyle, ağıtla, maniyle aşar yüceleri. Yüceleri vesile kılarak anlatır diline gelenleri.
DEVAMI YARIN
YAZARIN DİĞER YAZILARI