ZAMANAŞIMI ve HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRELERİN KISALTILMASININ HUKUKA SAĞLAYACAĞI FAYDALAR
AVUKAT EYÜP DEMİRER
6 yıl önce
Değerli okuyucular;
Bu yazımızda hukukta zamanaşımı ve hak düşümü sürelerinin mevcut hali ile oldukça uzun olması bunların sakıncaları ve mevcut halden daha da kısa tutulması gerekliliği, bu yönlü düzenlemelerin fayda sağlayacağı üzerinde duracağız.
Hukukta zamanaşımı, birçok alanda kullanılan ve kanunda belirtilen sürenin sonunda mevcut durumun hükmünün kaybolacağını ifade eden terimdir.
Zamanaşımı süresi hukukumuzda dava çeşidine ve somut hukuk duruma göre farklılık göstermektedir. Dolayısıyla hukukta tek bir zamanaşımı süresinden bahsetmek mümkün değildir. Zamanaşımının kesildiği veya durduğu haller olduğu gibi zamanaşımının hiç olmadığı durumlar da mevcuttur.
Zamanaşımının öne sürülmesi ceza davaları kamuyu ilgilendiren davalar oldukları için zamanaşımının gerçekleşmesi durumunda bunu mahkeme re´sen yani kendiliğinden göz önüne alır; oysa hukuk mahkemelerinde bu zamanaşımı def´inin yani öne sürülmesinin taraflarca yerine getirilmesi gerekmektedir.
Hak düşürücü süre denilince ise; Kanunen belirlenen süre içerisinde kullanılmaması durumunda hakkın ortadan kalkmasına neden olan süreye verilen isimdir. Hak düşürücü sürenin terimsel tanımlaması da bu şekilde yapılmaktadır.
Hak düşürücü süre ve zamanaşımı kavramlarının biri birinden teknik anlamda farkları bulunmaktadır. Uygulama bunu mevzuatın amir hükümlerine göre belirlemektedir. Ancak, biz yazımızda bu terimsel farklılıklardan ziyade amaca matuf olarak her ikisinde de sürelerin mevcut kanuni düzenlemeler ile uzun tutulmasının ihtilafın taraflarına verdiği zararlar ve uygulamada yaşanılan sıkıntılar üzerinde duracağız.
Mevzuatlarımız temel hükümler dâhilinde gözden geçirildiğinde;
- 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunumuzda,
- 4857 Sayılı İş Kanunumuzda,
- 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunumuzda,
- 6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunumuzda,
- 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunumuzda,
- 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunumuzda,
- 5271 Sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunumuzda ve bunlar gibi birçok genel ve özel düzenlemeleri içeren kanunlarımızda zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerin hem oldukça uzun hem de biri birinden farklılıklar gösterdiğini görmekteyiz. Bu süreler daha tahdidi ( sınırlandırılmış ) ve süre yönünden daraltılmış hale getirilerek yeniden düzenlenmelidir.
Her bir kanundaki düzenlemelerin zaman açısından biri birinden farklı olması ve yine gerek genel kanunlar ve gerekse özel kanunlardaki düzenlemelerin her birisinin oldukça uzun zaman süreçlerine kadar hak kullanılmasına imkân vermesi, dava açılmasına olanak tanıması uygulama açısından ciddi problemler doğurduğu gibi aynı zamanda bireyler arasında geçmişte yaşanmış ihtilafın uzun zaman sonra yeniden gün yüzüne çıkarak tarafları yeni ve farklı husumetlere de yöneltebileceği gerçeğini de göz ardı etmemek gerekmektedir.
Aynı zamanda tanınan geniş zaman dilimli dava açmak hakkının bazen de hakkın kötüye kullanılması mahiyetinde olabildiği de göz ardı edilmemelidir.
Örneğin kanunlarımızda 10 yıl dava açmak hakkı verilen ALACAK DAVALARI, TAZMİNAT DAVALARI ( İSTER HAKSIZ FİİLİN İKASINDAN DOĞAN TAZMİNATLAR, İSTER İŞÇİ-İŞVEREN İHTİLAFLARINDAN KAYNAKLANAN DAVALAR, İSTERSE DE İSTİRDAT/ GERİ ALIM, SEBEPSİZ ZENGİNLEŞMEDEN DOĞAN DAVALAR OLSUN) GİBİ DAVALARDA HAK TANINAN BU SÜRELERİN OLDUKÇA UZUN OLDUĞU HEPİMİZCE DE MALUMDUR.
Şartları oluşmuş ve öğrenme tarihi de ileri bir tarih olarak kabul edilen bir tazminat istemli talebin ilgili mahkemesine olayın vuku bulmasından 9 yıl 11 ay 29. gün sunulmasını hayatın olağan akışına/ maddi gerçekliğe uygun görmek ve olayın manevi yönü itibarı ile de hafızalardan ve gönüllerden silinip gitmiş olan maddi vakıaları yeniden gündeme taşımak çok da hakkaniyet ile bağdaşmaz.
Yine uygulamada sıklıkla İş Mahkemeleri nezdindeki işçi- işveren davalarında karşımıza çıkan ve davacı işçinin 5 yıl geriye yönelik alacak talebinde bulunması da yukarıdaki örneğimizde olduğu gibi hakkaniyet ile çok bağdaşmamakta, sadece bu konularda resmi prosedüre göre eksik evrak var ise basit yargılama usulüne tabi bu davalarda salt şahsi beyanlar ve tanık anlatımları ile sübuta vardığı kabul edilerek ciddi ekonomik külfetlere hükmedilebilmektedir. Aynı zamanda taraflar arasındaki ihtilafı çok daha içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Hukukta esas olan infialin yani olayın yarattığı etki ve toplumsal yansımalarının sıcaklığı ile hak aramaktır. Eğer bunun aksi yönde bu hak arama bir çok durumda 10 yıl zamanaşımı ve hak düşümüne uğrayabiliyor ve mülkiyetin aynına ilişkin gayrimenkul davalarında ise bazı muvazaaya ilişkin durumlarda süre mefhumuna bakılmaksızın dahi açılabiliyorsa hem hak kayıpları daha da artmakta hem de uygulamada ciddi karmaşıklıklara sebebiyet vererek bazen içinden çıkılmaz hal almaktadır.
Tüm bu sebepler ile öncelikle her dava türü ve çeşidine göre konumuza ilişkin hususlarda süre mefhumu yönünden mümkün ise teklik içeren düzenlemeler getirilmesi ve bu şekli ile de her biri diğerinden farklı olmakla yaşanılan karmaşıklığın önüne geçilmesi ve yazımızın bütününde belirttiğimiz uygulama sıkıntılarının da önlenmesi temennimizdir?