
Bir memleket düşün ki adalet ipi kopmuş bir terazinin dengesiz kefelerinde gidip gelen bir hayal olsun. Kimine göre bu hayal gerçeğin ta kendisi, kimine göreyse güçlülerin elinde şekilden şekle giren bir gölge oyunu... Şimdi sahne kuruldu, seyirciler yerini aldı. Perde açılıyor, Türkiye’nin son günlerde yaşadığı toplumsal bölünme sahnede trajediye dönüşüyor.
Ekrem İmamoğlu hakkındaki iddialar, hukukun süzgecinden geçirilmeden sokaklarda yargılanıyor. Bir yanda eline taş alıp hedef gözetmeksizin atanlar, diğer yanda bu taşların arasında adalet arayanlar... Oysa hukuk sokaklarda değil bir mahkeme salonunda işlemeli. Ama gel gör ki bu topraklarda adalet bazen bir bıçak gibi bileniyor bazen de paslanmış bir çivi gibi bir köşeye atılıyor.
Geçmişin izlerini silmeye kalksak bile hafızalar inatçıdır. Ankara’nın göbeğinde “parsel parsel satılan” arsalar hâlâ konuşulurken adaleti yönetenlerin gözleri neden hep uzaklara bakıyor? Mansur Yavaş’ın ‘100’ün üzerinde yolsuzluk dosyasını verdik’ demesi yankılanırken neden kimse o yankının geldiği yöne dönüp bakmıyor? Bir bakan kendi bakanlığına mal sattığında, bir milletvekilinin adı rüşvet skandallarına karıştığında hukukun kulağı neden sağır kesiliyor?
Ama mesele sadece bir hesaplaşma değil, aynı zamanda bir çifte standart meselesi. Şimdi sormak gerekir: İmamoğlu hakkında iddialar ortaya atıldığında ayağa kalkanlar, Ümit Özdağ için neden sessiz? ‘Hak, hukuk, adalet’ nidaları neden bazen yükselirken bazen de fısıltıya dönüşür. Bu durum sadece bir unutkanlık mı yoksa işlerine geldiği gibi şekillenen bir hassasiyet mi?
Öyle görünüyor ki adalet terazisi artık kantarını kaybetmiş. Kimilerine hışımla inen kılıç kimilerine kadife bir eldivenle dokunuyor. Bizler de her gün bu sahnede aynı oyunu izleyip, alkışlamaya ya da yuhalamaya zorlanıyoruz. Oysa adalet ne alkış ister ne de yuhalama. O sadece yerini bulmak ister.
Peki bu ülkede adalet hangi kuyunun dibinde saklanıyor?