Çok merak ediyorum; acaba kaçımız “Aidiyet duygusu” nedir? Nasıl bir şeydir? Bir ülkeye, bir öndere, bir partiye, bir sülâleye, bir gruba, bir dine yahut benzeri yapılara niye ait olmak isteriz? İnsana ne kazandırır yahut ne kaybettirir? diye düşünmüşüzdür. İşte uzun zamandır bu konuyu düşünen ve bu sorulara cevap arayan biri olarak bu yazıyı kaleme almak istedim.
“Aidiyet” kelimesinin sözlük anlamı; “ait olma, ilişkinlik, ilişkin, ilgilendiren”dir. Yani toplumu meydana getiren insanların birbirlerine bağlı olma ihtiyacı ve duygusudur. “Aidiyet duygusu” ise; kişinin kendini toplum içinde bir yere ait görmesi ve bir gurubun üyesi olması şeklinde ifade edilebilir. “Aidiyet”, tek başına bir değer ifade etmez. Ona bizler anlam kazandırırız ya da anlam dışı bırakırız. Dozu insandan insana değişeceği gibi, kimileri için de gereksiz gibi görülebilir.
“Aidiyet duygusu”, uzmanlara göre insanlar için temel bir ihtiyaçtır. Yeme-içme, barınma, korunma ve benzeri ihtiyacımızdan sonra “ait olma” ihtiyacımız gelir. Çünkü ait olma, insanların neslini devam ettirebilmesi için gerekli olan bir duygudur ve her insanda mevcuttur. Eğer “aitlik duygusu” olmasa, toplumlar meydana gelmez; insanlık, üreme ve çoğalma da olmazdı.
Dağda yaşayan canlıların sürüyle hareket etmesi, kendilerini daha güvende hissettikleri içindir. Bizlerin de toplu halde yaşaması bizi güvenli ve huzurlu kılar. İnsanlar, ait olduğu yerde kendini güvende hisseder. Dara düştüğünde, herhangi bir zorlukla karşılaştığında, bu durumdan aile bireylerinin yahut arkadaşlarının yardımıyla çıkar. Bu da bizim hayattaki yalnızlığımızı azaltır. Tabiri caizse; “aidiyet duygusu” insanları bir arada tutan çimento gibidir.
İnsanın bireysel olarak aitliği ilk hissettiği yer, anne karnıdır. İnsan daha dünyaya gelmeden anne karnında yavaş yavaş sesleri algılamaya başlar. Bazı seslere karşı ayrıca yakınlık duyar. O sesleri duyduğunda hep aynı tepkiyi gösterir. Doğar doğmaz da annesini kokusundan tanır. Annesine, başkalarına göstermediği yaklaşımı gösterir, evdekilerin seslerini tanıyıp ayırt eder. O sebeptendir ki uzmanlar, hamile annelere, babalara hatta varsa kardeşlerine, bebekle konuşmaları konusunda telkinde bulunurlar. Şimdi iyi düşünmek lâzım; bu aidiyet değil de nedir?
İlerleyen zamanlarda bu aidiyet duygusu değişir ve gelişir. Ama değişmeyen tek şey, aidiyet duygusunun doğuştan gelen bir ihtiyaç yahut duygu olduğudur. İnsan, annesinden sonra ilk aidiyet duygusunu ailede tadar, büyüdükçe, geliştikçe aidiyet duygusu da gelişir. Bir çocuğun büyümesi esnasında, önce aileyi sonra okulu, çevreyi, ülkeyi ve dünyayı keşfetmesi gibi…
Bizim “kim” olduğumuzu, içinde bulunduğumuz aile, doğduğumuz ya da yaşadığımız şehirler belirler. Okuduğumuz okul, arkadaş gurubumuz, tuttuğumuz futbol takımı yahut seçmeni olduğumuz siyasi parti bizi tanımlar.
Meselâ; ilk defa karşılaştığımız bir insana “nereli” olduğunu sormak onu en kısa yoldan tanımamızı sağlar. İşte bütün bunlardan dolayı, “aidiyet duygusu” çok önemlidir. Biz istesek de istemesek de genetik kodlarımızda vardır. Gurbet, ayrılık ve ölüm bu yüzden canımızı çok acıtır. Çünkü kendimizi ait hissettiğimiz; topraktan, ana-babadan, sevdiğimizden ayrı düşürür ve biz bunu bir türlü kabul edemeyiz. Bu konuda yazılmış sayısız şiir, türkü ve atasözleri bunlara en güzel örnektir. İşte türkülerimizden birkaç örnek:
Buraları sevemedim gönlüm orada
Yanıyorum eyvah tuz biber yarada
Açtı m’ola şu Sivas’ın gülü yaprağı
Çekti bizi bu yerlerin suyu toprağı
Garip kaldım yüreğime dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Birkaç örnek de atasözünden verelim:
Bülbülü altın kafese koymuşlar “Ah vatan!” demiş.
Kurbağayı gelin etmişler gözü çamurdan beri gelmemiş.
Şiirlerimizde bu konuyla ilgili olarak yüzlerce örnek bulmak mümkündür. Karacaoğlan’dan bir dörtlükle konuyu pekiştirmek istedik:
Karac’oğlan eydür dosta darılmaz
Hasta oldum hatırcığım sorulmaz
Vatan tutup bu yerlerde kalınmaz
İlleri var bizim ile benzemez
Sebebi ne olursa olsun, “ait” olduğumuz her türlü değerden uzak olmak, gittiğimiz yere ait olmamızı da zorlaştırır. Yıllarca yurt dışına yaşayan insanların hâlâ oralara alışamadıklarını çoook işitmişizdir. Karınları-burunları orada doysa da iş-güç sahibi olsalar da yürek sızıları hep devam eder: “Zalim gurbet beni yedi bitirdi.” “Bir ömür verdim, torun torba sahibi oldum, elin memleketine alışamadım.” “Yirmi değil, otuz değil kırk yıl oldu alışamadım, alışamadım, alışamadım.” gibi sızlanmalarının yanında “Orada yabancı, burada Almancı” olmanın şikâyetini hep dillendirip dururlar.
Bırakın yurt dışını, Türkiye’nin bir ilinden başka bir iline çalışmaya giden, hatta bir köyden diğer bir köye gelin giden için bile gurbet çekilmezdir, katlanılmazdır. Herkesin evi, ailesi, memleketi, suyu havası bile kendine özeldir. Onunla sevinir, onunla dertlenir, onunla yaşar. “Hemşeri” ifadesi de bu anlamda çok kıymetli ve özel bir duygudur. Yurt içinde kendi köylün, kendi memleketlin önemli olurken yurt dışında “Türkiye” vatandaşı olmak Aidiyet duygusunu yaşamak için kâfidir. Oralarda bile herkes kendi coğrafyasından gelen insanlarla bir arada yaşama isteği ile hareket eder. Genel olarak aynı şehirlerde ve aynı bölgelerde yaşamayı seçerler. İnsanoğlunun bu duygusunun tezahürü olarak ahiret âleminde bile sevdikleriyle beraber olma isteği dualarda yerini alır.
“Allah Peygamber efendimizin sancağı altında toplanmayı nasip etsin!”
“Fadime Ana’mıza komşu olasın.”
Anadolu’da Ahiret bacılığı, mezar komşuluğu gibi çeşitli kavramlara rastlamak da mümkündür. Hatta hacca gidenler arasında da buna benzer yakınlıklar çeşitli adlarla önümüze çıkar.
Biz insanlar, kimi zaman aidiyeti o kadar ileri götürürüz ki, bizim için bir tutku haline dönüşür. Bir bakıma biraz boyut değiştirir ve bizi esir alır. Kimi zaman sevdiğimiz için; “Ya benimsin ya hiç kimsenin!” yahut “Ne seninle ne sensiz!” tarzında hareket ederek hem bizim hem karşımızdakinin hayatını cehenneme çevirir bazen de işi canına kastetmeye kadar vardırırız. Kara sevda, tam da böyle bir şeydir. Bu esir alış, en çok da ülke, coğrafya, milliyet, din ve futbol takımı taraftarlığında kendini daha çok gösterir. Konu vatan, millet, bayrak ve toprak olunca her şeyi unutur dimdik oluruz. Can feda konumuna geçeriz.
Bu aşırılıklarımızdan futbol takımlarına, partilere ve siyasî liderlere olan ait olma duygumuz ise çok ilginçtir. Kendimizi takımımızın renkleriyle, oyuncularıyla, oyunuyla bir tutarız. Oyuncusuyla oyuncu, kalecisiyle kaleci olur, hatta kendimizi hakem yerine koyarız. Aynı takımı tutan taraftarların profiline bakıldığında ülkenin en büyük şehirlerinden tutun da Anadolu’nun en ücra köşesindeki her köyden, her eğitim kademesinden, her gelir gurubundan, her yaştan ve her iki cinsten insanların var olduğunu görürüz. Bu durum siyasî partiler ile onların liderlerine olan duygularımız için de geçerlidir. Onları sever, onları dinler ve kabulleniriz. Bu birbirinden her anlamda çok farklı olan taraftarın ve seçmenin sevinci de üzüntüsü de reddi de kabulü de aşağı yukarı aynıdır. Mensup olduğumuz Aidiyetler bizim için o kadar özel ve o kadar kıymetlidir ki, ona lâf söyletmeyiz, dokundurtmayız. En fazla da dini ve milli kavramlar üzerinden yapılan aidiyetlerin yaptırım gücü yüksek, bir o kadar güçlü ve kıymetlidir. Toplum kalkınmasının, küllerinden yeniden doğmanın, bir ve beraber olmanın en güzel örneklerini “aidiyet duygusu” ile becerebiliriz. Kutsalımıza sahip çıkmayı, onlara değer vermeyi can pahasına da olsa, aidiyet duygusuyla yaparız.
Aidiyet duygumuz zaman zaman ileri boyuta geçer ve diğerine karşı bir üstünlük kurar. Dolayısıyla insanda farklılık duygusunu da harekete geçirir. Bunu şöyle anlamak lâzımdır. Bir doktor mensup olduğu meslek gurubunun amblemini arabasına yahut yakasına taksa, bu onun o kurumda çalıştığını gösterir. Aynı zamanda filan partiye oy verir, filan takımı tutar, filan sendikanın da üyesidir. Öbür taraftan bu aidiyetlik ona ait olmadığı başka bir partiye göre, başka bir takıma göre, başka bir sendikaya göre farklılık sağlar. Farklı olma ihtiyacımız, ait olma ihtiyacımızdan sonra gelir. Ait olma ihtiyacımızı hallettikten sonra, farklı olma ihtiyacımızı gündeme alırız. Aidiyet duygumuzu tatmin ettikten ve kendimizi güvene aldıktan sonra da ait olduğumuz yerde Nasıl farklı oluruzun peşine düşeriz. Aklımız, zekâmız, fizikî ve diğer özelliklerimiz ile dikkatlerin üstümüze çekilmesini sağlarız. Bu farklılık bizim benliğimizi öne çıkarır, övünme vesilesi olur. Bunun için mensubu olduğumuz aidiyetlerimizden yeri ve zamanı geldikçe zevkle bahsetmeyi severiz.
İnsan hem aynı olmayı hem farklı olmayı bir arada ister. İlk bakışta birbirinin zıddı gibi görünen bu istekler bir arada giderilemez gibi düşünülse de öyle değildir. İkisi de bir arada yürüyebilecek ihtiyaçlardır. Bu açıdan aidiyet duygusunun karşılanması aynı zamanda farklılık duygularımızın da karşılanması anlamına gelir.
Farklı olmayı istemek de bir grubun içine girip orada kendimizden geçmek de bizi biz yapan bir tür motivasyondur. Farklı olmayı istemek, ait olmayı istemek kadar tabii bir ihtiyaçtır. Bazen biri bazen öteki öne çıksa da bu ihtiyaçlarımızın şiddeti kimi zaman artıp kimi zaman azalsa da bu birbirine zıt olan iki ihtiyacı beraber hissederiz. Bu sebeple hem Biz oluruz hem Ben oluruz. Hayat içinde kimi zaman Ben kimi zaman Biz olarak davranmayı içinde bulunduğumuz şartlara göre ayarlarız.
İnsan sadece ait olmakla yetinmez. Bir gruba, bir aileye ait olarak yaşarken kendi benliğini geri plana atamaz. Başkaları ile iyi ilişkiler kurmak, kabul edilmek aynı zamanda kabul görmek ister. İşte bu istekler, aidiyet duygusu ile birlikte bizi etkisine alır. Bir grup ya da bir insan tarafından kabul gördüğümüz zaman ait olma ihtiyacımız tatmin edilir. Kabul görmek, bize benzeyen insanlarla dayanışma içinde olmak, insana güven ve mutluluk verir.
Bütün bunlardan yola çıkarak rekabet ve marka tutkunluğunun da aidiyet duygusuyla birebir ilişkisini olduğunu söyleyebiliriz. Giyim-kuşam, ev-dekorasyon, yiyecek-içecek hatta tatil plânlarımızı bile bu duyguyla seçeriz. Bu bizi mutlu ve huzurlu kılar. Dolayısıyla rekabeti de körükler ve kaçınılmaz hale getirir.
Bizim gibi insan ilişkilerini güçlü tutmak isteyen toplumlar, “ait olma” ihtiyacımızın ortaya çıkardığı sadakat ve vefa duygusunu da yüceltmişlerdir. Çünkü her iki duyguda bizim için çok değerli ve özeldir. Aidiyet hissettiği guruba, topluluğa sadık olmayanlar, vefasızlık edenler Hain damgası yiyip ihanetle suçlanırlar. Dolayısıyla toplumun dışlaması ile karşılaşırlar.
Birçok çalışmalar şunu göstermiştir ki; kendini bir yere ait hissetmeyen insanlarda değersizlik duygusu gelişir. Psikolojik, sosyal ve kültürel olarak bir yere, bir şeye ait olamayan insanlar kendilerini dışlanmış ve yalnız hissederler. Bu insanlarda ruhsal ve kişisel bozukluklar kendini gösterir. Nereye ve kimlere ait olduğunu bilememek, bunun kararını verememek en önemli iç hesaplaşmalarımızdan biridir. İnsan kendini yalnız hissettiğinde sığınacak bir liman, düştüğünde elinden tutacak birilerini ister. Çünkü insan sosyal varlıktır, tek başına yapamaz, işte o zaman sadece Ben olmak yetmez. Ben ve yalnızlık duygusu insanı bunalımdan bunalıma sürükler. Bu da; en güzel şekilde aşağıdaki sözlerle ifade edilir.
El eli yıkar iki el birleşir yüzü yıkar.
Yalnız odun yalvarsan da yanmaz
Bin mumdan bin mum yanar.
Yalnız kuş yuva yapmaz / yalnız taş duvar olmaz.
Sonuç olarak; her insanın yaşadığı Aidiyet Duygusu ve bunun meydana getirdiği Farklı Olma duygusu doğuştan gelen bir özelliktir. İnsanoğlu yaşadığı müddetçe istese de istemese de yeme-içme, barınma ve korunma duygusundan sonra temel ihtiyaç olarak Aidiyet Duygusunu yaşayacaktır.
fatma pekşen 12 ay önce