ÇOCUKLUK PENCEREM

Ayşe BENEK KAYA
Ayşe BENEK KAYA
ÇOCUKLUK PENCEREM
13-02-2024

-Bu yazımı, yakın zamanda 180 yıllık saltanatı yerle bir olacak evime ithaf ediyorum.-

Sivas'ta büyüklerimiz hayatı üç manidar kelimeyle özetlemişler: “Beşik, eşik, keşik…” Hay ağzınıza sağlık!.. Günümüzde ise; çocukluk, gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık olarak bölümlere ayırdığımız ömrün, tam da orta yaşın sonuna gelmiş biri olarak çocukluk penceresinden gördüklerimi size aktarmak isterim.

Niye çocukluk derseniz, ben de size; henüz yalanı duymamış, riyayı görmemiş, eli-dili kötüye alışmamış, arkadan söylemeyi ve vurmayı bilmeyen, art niyetin A’sını bile anlamayan biri olarak olanca saflığı, temizliği ve masumiyetiyle hafızamın en güzel yerine sakladığım çocukluk dünyamı hiç unutmadım, derim.

On kişilik bir ailenin dördüncü çocuğu olarak yaşadığım yuvamızda daima belli prensipler çerçevesinde hareket edilir, herkes bulunduğu yeri hakkıyla temsil ederdi. O zamana dair hafızamı en çok meşgul eden, ben dokuz yaşındayken kaybettiğim canım babaannemle geçirdiğim zamanlardı. Neredeyse onsuz nefes bile alamazdım. Dokuz yılıma doksan yıllık mana yükledi, hayat felsefemi şekillendirdi. Nur içinde yatsın!... Ayrıca hiç evlenmemiş bir emem vardı, o da bizimle yaşardı.

Evin üst başında makatın yanında yerde serili büyük bir minder, arkasında da yaslanılmak üzere bir yastık dururdu. Daima derli toplu olan bu köşe, babama aitti. İşten eve gelince orada oturur, hiç ihmâl etmediği gazetesini ilânlarına kadar okurdu. Babamın olmadığı zamanlarda kazara olsa bile oraya oturmamıza izin verilmezdi. Babaannemin tabiriyle oraya oturanın “kıçında yara çık”ardı. Gerçekten bir keresinde ablam kısacık bir süre büyüklerden habersiz oturmuştu, olacak ya poposunda sivilce gibi bir şey çıkmıştı. Ona da şahit olduktan sonra o mindere “tövbe billâh” çocuklardan kimse bir daha oturmadı.

Babaannem çok genç yaşta iki çocuğuyla dul kaldığı için evin geçimi konuşunda çok çaba göstermiş, fedakâr bir kadındı. Bu yüzden cenaze yıkar, yorgan sırımaya evlere giderdi. Gittiği yerlerden zengin olanlar ona kâğıtlı şeker verirlermiş. O zamanda kâğıtlı şeker öyle herkesin alıp, ikram edeceği cinsten şeyler değildi. O da şekeri cebine koyar eve getirirdi. O tek bir şekeri, babaannem altımıza paylaştırırdı. Kime neyi verirse herkes hakkına düşene razı olur, asla itiraz etmezdi. Velev ki birinin itirazı olsa, kendine yakışan olgun tavrıyla hemen ikna yeteneğini kullanarak itiraz edeni sustururdu. Ona öyle çok inanır ve güvenirdik ki, “asla yanlış yapmaz, adam kayırmaz” diye düşünürdük. Onun her söylediği bizim için kanun niteliği taşırdı.

Kardeşler arasında ara sıra çıkan anlaşmazlığı çözmek, tarafları dinlemek ve barıştırmak da onun işiydi. Bizim zaruri ihtiyaçlarımızı gidermek annemin işi, terbiyemiz ise babaannemin işiydi. Gece uyku uyuyamayan yahut benim gibi polim yapıp; “Babaanne çok korktum, senin yanında yatayım mı?” diyen, soluğu onun koynunda alırdı. Babaannem, emem ve altı kardeş aynı odada yattığımız halde, ben çoğu zaman sırf babaannemle yatmak, onun sıcaklığını hissetmek, kokusunu içime çekmek için korktuğumu söyler, bir şekilde onunla yatmamı sağlardım.

Banyo işimizi evin bir tarafında bulunan “cağ” ya da “cağlık” dediğimiz yerde yapardık. Annem, sokak çeşmesinden taşıyıp kışın sobada ısıttığı, yazın maltızda ısıttığı sularla hepimizi sıradan yıkardı. Bu arada büyük olanlar, küçüklerin yıkanmasına ve giydirilmesine yardımcı olurdu. Ama arada bir Kurşunlu Hamamı’na giderdik. Hamam çıkışında simit satılırdı. Şimdiki gibi her şeyin her yerde satılmadığı zamanlar olduğu için binde bir alınırdı. Babaannemden simit isterdik. Altı tane çocuk, hangi birimize alsın? “Bu simitler yenmez. Siz annenizle eve gidin, ben çarşıya uğrayıp daha iyisini alır getiririm.” deyip bizi başından savarmış. Biz hamamdan çıkar çıkmaz oradan simitleri alır, hamam bohçasına koyarmış. O yaşlı olduğu için arkadan dinlene dinlene gelirdi. Bazen elini arkasına atar, bazen de önünden geçtiği evlerin kapılarının önünde bulunan oturma taşlarına oturur, iyice dinlendikten sonra yoluna devam ederdi Eve gelince hemen başına toplanıp simit sorardık. “Elbette aldım.” diye zevkle çıkarır, sabırla paylaştırırdı. O simitler mi güzeldi, şimdikilerin mi tadı yok bilmem?

Kahvaltıların vazgeçilmezi olan çayın saltanatı, o zamanlar bir başkaydı. Vırt-cırt çay demlenmez, her gelene geçene de ikram edilmezdi. “Çay da ne ki?” demeyin. Benim çocukluğumun şartlarında çok önemli bir ikramdı. Hele biz çocukların kahve içmesi, zaten çok ayıptı. Niye?... Büyüklerin tabiriyle; “Kahve içen kararır, kimse almaz, evde kalır”dı. Kahveden nasibimize düşen; fırsatını bulup, gizli-saklı ya kuru kahveyi ya da ikram edilmiş kahve fincanının dibinde kalan telveyi parmaklamaktı. Sıra çaya gelirse, bizim evde çay babaannem usulünce demlenirdi. Koca bir demlik kaynamış suya, kendi kararınca hem çayı hem şekeri atar; bardaklarımıza öyle doldururdu. Gezmeye gittiğimiz zaman içilen çayın yanında yahut eve gelen misafire demlenen çayın yanında, şeker ikram edildiğini gördüğümüzde bir anlam veremezdik. Aklımız bazı şeylere ermeye başlayınca babaanneme sorduk: “Misafirler çayına şeker atıyor da biz çayımıza niye şeker atmıyoruz?” Verdiği cevap bize göre harikaydı: “Bizim suyumuz tatlı akıyor. ” Onun yalan söylemeyeceğine o kadar emindik ki, birimizin bile aklına, gidip çeşmedeki suyu kontrol etmek gelmezdi. Onun bu cevabı asla durumu kurtarmak için değildi. O, çok yokluk görmüş, çok zorluk yaşamıştı. Geçim ve geçindirmek onun sanatı haline gelmişti. Babamın bir tek maaşla on kişiyi muhannete muhtaç etmeden, bol bol değilse bile yetecek kadar geçindirme çabasında olduğunun bal gibi farkında olarak böyle bir usul geliştirmişti. Öyle ya; “On kişi ayrı ayrı şeker atsa, her atan bir gıdım şeker dökse toplamda ne kadar ziyan olur.” diye hesaplı hareket etmesi gerektiğini düşünürdü.

Mahalleden geçen sokak satıcılarının yanına bizi asla yaklaştırmazdı. “Çocuklar kendi başlarına bir şey almazlar.” diye önümüzü keserdi. “Ekşi elma!.. Keçi boynuzu!... gıdi boku!..”* diye bağırıp duran satıcıların başına kadınlar, çoluk-çocuk toplanırdı. “Demire, bakıra, sarıya, paraya, erüüük!...” “Çula-çaputa, naylon ayakkabıya, naylon terliğe erüüük!...” diye müşteri toplamaya çalışan satıcılar, en çok çocuklara satmak için uğraşırdı. Biz ne istiyorsak, az veya çok babaannem gider alıp getirirdi. Ama akşam olmadan yemek yoktu. Her akşam düzenli bir şekilde sofra hazırlanır, Allah ne verdiyse, hep beraber oturulup yenilirdi. Meyve ise yemekten bir müddet sonra ailenin bütün üyeleri bir aradayken ortaya getirilir, ya adam başı birer tane verilir yahut bölüşülürdü. 

Sokakta her türlü meyve-sebze satıldığı gibi bu gün duyanların hayret edecekleri türden şeylerin satılması da adettendi. Dondurma bile sokaklarda kendine has buzlu ve susamsı tadıyla özel arabasında satılırdı.

Sokağa, çadır kazığı satanlar, kalaycılar, bulgur çekenler, eskiciler, bıçak satanlar ve bileyicilerin biri girer, biri çıkardı. Ayrıca hali vakti yerinde olan babalarının alıp-sattıkları malları taşıyan ipli hamalları da unutmamak gerek.

Gözü çok iyi görmeyen bir paça satıcısı vardı. Değneğin üzerine sıra sıra bağladığı paçaları ayrı ayrı iki eline alır: “Davar paçaları var!.. Davar paçaları var!..!..” diye bağıra bağıra satardı.

Hep hatırladığım başka bir manzara da elinde üst üste dizilmiş, sarımsı renkteki destan kâğıtlarını yirmi beş kuruşa, elli kuruşa, meraklılarına satmaya çalışan destancılar… “Trenin Altında Kalan Gencin Destanı”, “Sele Kapılan Taze Gelinin Destanı”, “Gaz Ocağı Patlamasından Ölen Anne ve İki Çocuğun Destanı” diye kâh ezgili, kâh ezgisiz okuya okuya destan satarlardı.

Yine bir elinde basit bir megafon, diğer elinde film afişi Jet Ali diye bildiğimiz tellal; “Aşk, macera, avantür hep bu filmde. Ayhan Işık’ın başrolünde oynadığı Avare Mustafa bugün Tan Sineması’nda.” tarzında davetlerle insanlara oynanacak filmleri tanıtmak için sokak sokak bağıra bağıra dolaşırdı.

Yaz güneşinin kendini hissettirmeye başlamasıyla beraber kil satılır, höllük satılırdı. Kil saçların kepeklenmemesi için dağlardan özenle çıkarılmış bir cins killi topraktı. Kadınlar hamama götürür, bir tasta ıslatırlardı. Sabun çabuk tükenmesin diye saçlarını önce killer, sonra istedikleri kadar sabunla yıkarlardı. Sabunlama işi bittikten sonra şimdiki saç kreminin görevini yapmak üzere bu defa da kilin suyu saçlara dökülür, bir yandan da taranırdı. Bazen kilin kendisinin de saçlara ve vücuda sürüldüğü olurdu. 

Höllük de bir cins killi topraktı. Höllük; kömür tozuyla iyice karıştırılır, su ilavesiyle karmaç yapılır, ya elle şekil verilip yere tıpışlanır, yahut muhtelif büyüklükteki kasnaklara dökülüp yine tıpışlanmak suretiyle düzgünce tezekler yapılırdı. Genel olarak evin yaşlısı bunların başına bekçi bırakılırdı. Zira çocuklar oyun oynarken basabilir, tavuk-cücük, it-pisik gibi hayvanlar da eşeleyip bozabilirdi. Akşamüzeri, yayılıp mahalleye gelen hayvanlar da tezekleri çiğneyebilirdi. Sık sık kontrol edilir, tezeklerin başına bir iş gelmemesi için azami gayret gösterilirdi. İki-üç gün sonra tezekler çektimi diğer yüzleri dönderilerek diğer tarafının da kuruması sağlanırdı. Her iki tarafı da kuruyan tezekleri bir birine çatar biraz da öyle bekletirlerdi. En sonunda yağmur-yaş değmeden yakılmak üzere yerine kalkan tezekler kadınların üstünden de ağır bir yükü kaldırırdı. Tezekler yeni yapıldığında ola ki, yağmur yağsa bütün emekler boşa giderdi. Kimi zaman yeniden yapılsa bile kimi zaman da suya-sele karışıp mahvolurdu. Tezek yalnız höllük ve kömür tozuyla yapılmaz bazen de “ahbun” denilen hayvan pisliğinden de yapılırdı. Tezekler genellikle kıymalıkta ocağın altında, eriştede ise sacın altında yakılırdı. Maltız yakıldığı zaman da tezek kullanıldığı olurdu.
DEVAMI YARIN

ÖNCEKİ YAZILARI
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?