Şehirlerin de kaderleri vardır; tıpkı karakterlerinin olduğu gibi. Her biri kendine münhasırdır. Sesiyle soluğuyla, coğrafyası şivesiyle, maddi ve manevi özellikleriyle…
Orta Anadolu’nun tam da ortasında yer alan nazlı Sivas da kendine has vilâyetlerden biridir işte. Ozanıyla donanan, şairiyle gönenen, edibiyle var olan bir kent!
Havası sert, insanı mert olarak tanınan il için, türkünün baş kenti de denilir. Ki hiçbiri aksi bir ifade değildir. Bu topraklardan beslenen, bu topraklardan süslenen birisi olarak, şairinin, yazarının, ozanının bol olmasını biraz da iklim şartlarının getirisine bağlıyorum. İnsanı dışarı çıkmaz eden ayazların, adam uçuran rüzgârların, -şimdilerde olmasa da- altı ay karı kalkmayan kışların süsü olan ocak başlarının meyvesi olduğuna inanıyorum. Hani mesut insanların hikâyesi olmaz deniliyor ya, bu ocak başlarının, soba, mangal sıcaklıklarının yegâne mevzuu da anlatılardır.
Daha Yemen’in, Sarıkamış’ın, Çanakkale’nin tazeliği üzerimizdeyken, başka illerle birlikte Sivas’ı yakıp yıkan Timur’un acısı unutulmamışken, Kore’yi, Kıbrıs’ı, on yıllardır süregiden terörü, çeşitli doğal âfetleri ve kayıplarımızı hafızalarımızdan atamamışken, yüreğin kabarmasından, kalemin canlanmasından daha doğal ne olabilir ki! Elbette maniler söylenecek, ozanlar saza can verecek, ilham perileri haneleri dolaşmaya başlayacak, Şarkışla kilimlerinde, Zara çoraplarında, Gürün şallarında, Divriği tavan oymalarında, Sivas halılarında vücut bulacaktır.
Hani bir türkü vardır, su gelir millendirir, çayırı çimlendirir, senin şu bakışların, aşığı/ahrazı/dilsizi dillendirir şeklinde; -ki varyantları da mevcuttur-. Tıpkı onun gibi olacaktır işte, dilsizler dillenecek, kısır kalemler yeşerecektir. Sonra da ana rahminden çıkar gibi şiirler yazılacak, hikâyeler, romanlar, anılar sıra sıra dizilecektir. Önce Sivas semalarında uçuşacak, sonra yurdun dört bir yanını kuşatacak, sonra da uzak diyarlara, belki de okyanus ötelerine doğru kanatlanacaktır.
Çok şükür ki yazarımızla şairimizle, ozanımızla bestekârımızla, gazetecimiz fikir adamımızla, fotoğrafçımız ve hatta ressamımızla hayli yekûn tutan bir zenginliğe sahibiz. Belki yüzyıllar ötesinde kalanların birçoğunun ismine erişemiyoruz ama ulaşabildiklerimiz de bizleri mesrur ediyor.
Tasavvuftan ders kitabına, tıptan fen bilimlerine, siyasetten askerliğe kadar çeşitli sahalarda kalem oynatanlara duyduğumuz minnet kadar, edebiyata gönül verenlere de şükran duyuyoruz. İçlerinden sadece şiirle hemhal olanlar olduğu gibi, nesirle birlikte bu yolda ilerleyenlere de rast geliyoruz. Aynı toprakların sakini olarak bu husus bizleri epeyce gururlandırıyor.
Meselâ, şiirleriyle okurunu mesut edenlere bir göz atacak olursak…
Evvela Cengiz Alpay diyelim. Matbaacılıkla da uğraşan Gürün kökenli şairin şiirleri, genellikle hiciv ve rubai tarzında okuruna ulaşmıştır. Gazete köşelerinde yazdıklarından hariç, hece tarzında yazdıklarıyla birlikte on dört kitaba sahiptir ve ismi, Sivasî dergi ve gazete okurlarının aşinasıdır.
Dost bildiğin kimseden cefa beklenir mi hiç
Düşmanın dostundan vefa beklenir mi hiç
Bir derdin devasını ihsan eden kuvvet var
Baldıran zehirinden şifa beklenir mi hiç
Sivaslıların hafızasında köklü bir yere sahip olan şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler ise neredeyse Sivas’la bütünleşmiş vaziyettedir. “Sivas’ta Yoksul Çocuklar” şiirini handiyse bilmeyen yoktur. Her ne kadar hukukçu olsa da TRT’de metin yazarlığından program yapımcılığına, radyolardaki kültür sanat programlarından gazeteciliğe, gezi yazılarından şiire pek çok alanda kalem oynatanlardandır. Harman, Şiirimizde Ana, Âşık Veysel, Arif Nihat Asya’nın Sevgi Mektupları, Türkistan Türkistan, Üsküp’ten Kosova’ya, Serdengeçti Geldi Geçti, Bahtiyar Vahapzade ve nicesi…
Beni bir eski Sivas evine götürseniz
Bir aydınlık, serin avlusu olsa
Bahçesinde yorgun salkım söğütler
Ve bir kuyusu olsa
Bir sofa üstünde büyük odalar
Çağırsalar beni: -Gitmeyin! Durun!
Bir bahar güzelliği Sivas halılarında
Sedirler seslense: Buyurun!
Şiir, şiir, şiir. Şiir gibi bir şehir.
Erdoğan Alkan birçok ödülün sahibi bir şair yazardır. Pek çok çevirinin yanı sıra kendi eserlerinin de var olduğu güldestelerin içinde, “Âşık Veysel’den Nükteler”, “Kör Oldum Veysel Oldum” gibi hemşerisi olan büyük ozanı da unutmayan eserlere imza atmıştır.
Şiir yol yol olmuş gezen izinde
Âşıklar uzanmış yatar dizinde
Madımak zamanı Yuvadüzü’nde
Dolanır gelinin kızın Şarkışla’m
Duman şerbetliği, karlar duvağı
Önünde uzanır Damlaca Dağı
Bağrında Veysel’in kara toprağı
Dert ile yoğrulmuş özün Şarkışla’m
Şairden, şiirden, ozandan yana nasibi bol olan beldenin birbirinden değerli isimlerinin tamamını buraya alamasak da köşe taşı olanlarını da atlamamak icap eder kanaatindeyim. Örneğin Hüseyin Akkaya da bunlardan birisidir. Akademisyen olup, birçok öğrenci yetiştiren Akkaya’nın bu sanatı epeyce süreceğe benzemektedir.
Aynaları ağartan bir yüzüm olsun Rabbim
Gün doğmadan seherin şavkı ile yıkanan
Rengârenk çemberlerden uçarak geçmeliyim
Ruhum bir kuş olmalı Simurg’a kanatlanan
Dünyadan dört unsura dair bende ne varsa
Alıp da karanlığa karışıverse gölgem
Suretim sır içinde eriyip de kaybolsa
Her baktığım aynada ruhumu görebilsem.
(Ayna Duası)
Ahmet Rindî Güneren, enteresan kişiliği ve sıra dışı şiirleriyle Sivas’tan ziyade İstanbul’da bilinen bir şahsiyettir. Neyzen’in Kabrini Ziyaret adlı Neyzen Tevfik için yazdığı şiirinden bir dörtlükte, kendine has üslubunu kullanmıştır.
Şive-i Rind’imle
Samimi ahengimle,
Baktıkça makber-i medhuşuna ben
Saz-ı nalânıma veririm düzen
Âh-ı hamuşuna ey koca Neyzen
Gözyaşımla tempo tutmağa geldim
Âlemde yalınız değil bir ney’in
Üstadı idin sen, ilmin her şeyin
Feyz alıp muazzez ruhundan senin
Erenler lokması yutmağa geldim
Şairden yana nasibi bol olan Sivas’ı dillendirip, yurt çapına, hatta dünya çapına tanıtan isimlerin listesini tek tek anamasak da Hüseyin Kaya’yı, Ahmet Mahir Pekşen’i, Turan Karataş’ı, Fikri Karaman’ı, müzik dehası Uğur Kaya’yı da anmak icap eder.
Pekşen’in birçok sahada yazılar kaleme almasına rağmen, şairliğinin öne çıkmasındaki sebep, kendi ifadesiyle, “sabah uyandığında dantel gibi bezenmiş Divriği Ulucamii ile göz göze gelmesidir”