Sizlerin orda olduğunu bilerek, sohbet havasında, konuşuyor gibi yazmaktan büyük keyif duymuşumdur her zaman, daha samimi, daha içten oluyor. Bu haftada öylesine bir sohbet tarzında yazı kaleme aldım, en azından şehre dair meramızı daha net anlatmak adına.
Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki, yazdıklarım arasında benim düşüncelerime katılmak zorunda değilsiniz, olumlu, olumsuz şerh de koyabilirsiniz, kırmadan, incitmeden kendi düşüncelerinizi dile getirip, ikna etmelisiniz, tıpkı benim yaptığım gibi. Zaten hepimiz aynı düşünüyor olsaydık, ortada büyük bir sorun var demektir.
?Şehir büyür, Şehir ölür? Kent Olur?? diyerek açtık bu hafta sözü, hadi biraz etimolojik yaklaşalım; ?Soğdca kökenli olan kent ("kend") ve aslen Farsça olan şehir sözcükleri Türkçede aynı anlama gelecek şekilde kullanılır. Orta Asya Türklerinde "Taşkend", "Semizkend" (Semerkant), "Yarkend" örneklerinde olduğu gibi birçok büyük şehir bu adlarla anılmıştır. Eski Türkler bu sözcüğü Soğdlardan almadan önce şehir kelimesi karşılığı olarak "balık" kelimesi kullanılırdı. Bu kelime şehirleri korumak için yapılan surların yapıldığı "balçık" ile yakın ilişkilidir.? [1] Hanbalık, Ordubalık, Bişbalık örneğinde olduğu gibi.
Her ne kadar Eski Türkçe´de de kullanılmış olsa da ?Kent? sözcüğü oldum olası soğuk gelmiştir bana, oysa ?Şehir? öyle mi, (sanırım şiir´le olan bağımdan) şiir gibi sarmakta insanı? ?Şehir??
Bir film izlerken kahramanların arasında geçen diyaloglara kulak kesilirim, bazen öyle cümleler yakalarsınız ki, ister istemez bu günle özdeşleştirirsiniz, mesela ?Geçmişini bilmeyen, geleceğine sahip çıkmaz? gibi. Bu düsturda, geleceğe sahip çıkmak adına geçen haftalarda Sivas şehir tarihini, genel başlıklar içinde ele almış, ilkçağlardan bugüne getirmiştik, dilerseniz bu hafta itibari ile şehirde yer alan tarihi eserler etrafında buluşup o günlere gidelim.
Bir şehri geleceğe taşıyan en önemli unsurlardan biri, o şehirde bulunan geçmişe ait mimari yapıların varlığıdır. Şehir merkezi açısından düşünürsek, Roma döneminden kalma bir esere rastlamasak ta, Danişmendli, Selçuklu ve Osmanlı döneminden kalan yapıların varlığı hepimizce malum, bu eserler geçmişle olan kimlik bağını kurmamızda ve bu bağı gelecek nesillere aktarmamızda önemli rol oynamaktadır.
Şunu da es geçmeden belirtmek isterim ki, o dönemlere ait sivil mimari örnekleri 80´li yıllarında başından itibaren kentleşme ve modernleşme adında birer birer, yok olup gitmekte. Geçmişten gelen ?Kamu? binaları ki, camiler, medreseler ve birkaç han, hamam onun ötesinde kalan sivil bir yapı parmakla sayılacak kadar az.
Bu gün biz nasıl, Selçuklu´dan kalma Osmanlı´dan kalma eserlerle övünüyorsak, gelecek kuşağa bırakacağımız Cumhuriyet´in ilanından sonra yapılan, dönemin mimari özelliklerini içinde barındıran gerek kamu, gerekse sivil mimari eserlerini yıkıp geçiyoruz. Bir gecede yıkılan ?Numune Hastahanesi? örneğinde olduğu gibi, benzer birçok eser var ancak birçoğu sivil yapı olduğundan, sahiplik açısından burada yazmayı doğru bulmuyorum.
Günümüze ulaşan Sultan I. İzzettin Keykavus´un Darüşşifa Vakfiyesinde, Selçuklu Veziri Sahip Ata Fahrettin Ali´nin Sahibiye Medresesi Vakfiyesinde, gerekse Sivas´tan geçen seyyahların seyahatnamelerinde dile getirdikleri birçok yapının yüzyılın başına kadar var olduğunu bilmek, üzüyor insanı. (Birçoğunuzun, Sahibiye Medresesi de nere? dediğinizi duyar gibiyim, hadi bakalım klavye başına, şu meşhur amcaya sorunda söylesin, Sahibiye Medresesini.)
Şehri büyütmek için, şehri öldürdük elbirliği ile, hiç kaçarı yok bu işte hepimizin az da olsa katkısı var. Şehrin nerdeyse 800 yıllık çarşısı Bezazları yok ettik. Kepenek suyunun aktığı Sivas Çeşmelerini, Hacı İzzet Paşa Camii´ni (Saray Camii), Evliya Çelebinin bahsettiği Danişmendliler tarafından kullanılagelen Şehzadegan Mezarlığından sadece İncili Hanım Türbesi kalmış hoş o da ne kadar doğru ise, Kaleyi düzeltmiş, üstüne de işi kötüye gidenleri teselli etmek için "Üzülme düzelir. Düzelmese kalenin başı düzelmezdi" diye darb-ı meseli söylemişiz. 100 yıllık, eski siyah beyaz fotoğraf karelerine hapsettik, şehrin en güzel zamanlarını.
Şu an içinde bulunduğumuz bu yıkım ve yok etme kültürünü şehir açısından bu günle özdeşleştirmek hatasına düşememek lazım, 40´lı yıllardan beri süren bir yok etme kavgamız var. Kaldı ki bu yıkımların üzerine, birbirinin kopyası, estetik ve sanatsal hiçbir değeri olmayan, kullanılabilirlik ömrü en fazla 60 ? 70 bilemedin 100 yıl olan beton yığınları dikmekteyiz. Geleceğe bırakacağımız miras, sadece bu, beton. Bu gün Avrupa´nın birçok kentinde yüzyıllarca değişmeyen meydanların, sokakların varlığını, internet ortamında yapacağınız küçük bir araştırma ile bulacağınızdan eminim.
Biz şehir içinden geçen ırmakları kapatıyoruz, adamlar koca koca nehirlerin etrafında şehir kurup, suyu şehrin yaşamına katıyor ve biz, yeni bulmuş gibi sevindik, Ak ? Su örneğinde, görüleceği üzere. Yapılan işi küçümsemiyorum, bulunduğu mahale yaptığı katkıyı görmezden gelmek abesle iştigaldir. Ancak geç kaldık diyorum.
Haftaya görüşmek umuduyla, Maske, Mesafe, Hijyen kurallarına uymayı unutmayın?
Kaynakça:
[1] Erol Kaya - Kentleşme ve Kentlileşme (İşaret Yayınları, 2017)