“Ufarak, beli boğmalı, kapaklı yoğurt bakraçlarının küçüğünden yapardık dükkândayken. Çoban bakracı denirdi adına. Çobanlar için özel ısmarlanırdı. Yarım kilo sütü ancak alırdı. Çobanlar dağda koyultmaç yaparlardı ağır ateşte. Çağa maması koyuluğunda pişirdikleri koyultmaç çok lezzeti olurdu. Tadına doyamazdık.”
Memur emeklisi, eski bakırcı ustası, akrabadan yaşlıca bir beyle sohbet ediyorum akşam akşam. Bakırcılık serüvenini bildiğim için didikliyorum sürekli. Neler yapılırdı dükkânda, usta-çırak ilişkisi nasıldı, öğünlerde neler yenirdi filan derken eskiye dair bir şeyler öğrenmenin yollarını arıyorum. Lafı dönüp dolaştırıp hamam taslarına getireceğim aklımca. Modellerini öğreneceğim birer ikişer. Düz, göbekli, kaburgalı vs…
Birden sohbetin ortasına çoban bakracı tabiri düşüyor. Çoban bakracı! Ufarak, beli boğmalı. İçinde koyultmaç pişen… Sebebini bilmiyorum ama ayağımı yerden kesiyor bu iki kelime. Romantik mi desem, mistik mi desem, mânâlı mı desem kestiremiyorum ama dağların kırların kokusu, ıssızlığın tınısı gibi geliyor. Diğer sorduklarım buharlaşıp kayboluyor sanki, farklı bir atmosfere giriyorum.
Oldubitti meraklıyımdır değişik isimli kuşlara, hayvanlara, nebatata, mevkii adlarına. Not alırım defterime Kuşludere, Gelinderesi, Hamalınkırı, Güllüçam, Bedirbağları diye. Filurcun, hanımböceği, dağırcan diye… Yıldırak, hanımiğnesi, zennetarağı diye… Vişneçürüğü, güvercingöğsü, camgöbeği diye… Dilimiz, muhayyilemiz öylesine zengin ki. İşte, böylesi bir tesir bırakıyor üstümde çoban bakracı da. Ete kemiğe, sese bürünüyor.
Beni galeyana getiren çoban bakracı ne işe yarıyor? Ne doluyor içine? Hangi kurumuş dudağa şifa oluyor? Hangi koyunun doğum sancısına şahitlik ediyor? Hangi kuzunun ağzının pembeliğini kalaylı bedenine nakşediyor? Bilemiyorum.
Çoban Çeşmesi’nin dizeleri dökülüyor dilimin ucundan. Hangi çobanın hangi dağda kazıp da lülesini oturttuğu hakkında bilgi sahibi olmadığım, eğri büğrü bir su başı canlanıyor gözümde. Faruk Nafiz’in kalemine kudret olan mayiin şırıltısı geliyor kulağıma:
“Derinden derine ırmaklar ağlar
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?...”
Ardından da Kemalettin Kamu’nun, o çok meşhur Bingöl Çobanları şiirinden mısralar…
“Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum
Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum
Bekçileri gibiyiz ebenced* buraların
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların
Görmediği gün yoktur, sürü peşinde bizi
Her gün aynı pınardan doldurup testimizi
Okuma yok yazma yok, bilmeyiz eski yeni,
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini
Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam
Şu karşı ki bayırda verdim kuzuyu kurda,
Suna’mın başka köye gelin gittiği akşam…”
Eli kalem tutup, diline şiir dolanıp da çobanlar için yazmamış şair/ozan var mıdır acep? Mesela Şarkışlalı ozanlarımızdan Âşık Sefil Selimi’nin eserlerinden birisinin adıdır Çobanın Can Pınarı.
Gene edebiyatımızda çobanlar kadar canlı anlatılan başka meslek erbapları bulunur mu bilemem? Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ındaki küçük çobanın düşman askerlerince vuruluş hikâyesi ne kadar da ustalıkla işlenmiştir. Ömer Seyfettin’den Halide Edip’e, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Orhan Kemal’e, pek çok meşhur kalem çobanları konu edinmişlerdir.
Dünya genelinde bilinip sevilen ediplerimizden Kırım Türkü Cengiz Dağcı, Kırgız Türkü Cengiz Aytmatov, eserlerinde hayvan-insan ilişkisini ne kadar mühimseyerek anlatmış, çobanlık mesleğini baş tacı bir rol olarak nasıl da sunmuşlardır karilerine…
Farsça şû (koyun) bân (koruyucu) şû-bân>şûban’dan çoban şekline dönüştüğü söylenen isim günümüze kadar bozulmadan kullanılagelmiştir. Hatta Şuban-ı vâdî-i eymen tabiri de bulunur ki Musa Peygamber için kullanılır. Gene bir başka sözlüğümüz, “büyük ve küçükbaş hayvanları otlatan, güden kimse” der çobanın anlamı için. Yöreden yöreye sığırtmaç, hergeleci, nahırcı, şivan gibi isimlerle de anılabilen hayvan güdücüleri, tarihten beri pek çok sanatkâra ilham kaynağı olmuşlar, pek çok eserde işlenmişlerdir. *(1)
Büyük ve küçükbaş hayvanları güden kimse anlamı yaygın olsa da, Kazdağları’nın meşhur efsanesi Sarıkız’ın kaz çobanı olduğu, iftira neticesinde babası tarafından dağlara terk edildiği ve orda, ıssız dağlarda erdiğine inanılır. Ki çobanların erdiğine dair pek çok efsane ve menkıbe anlatılır halk arasında.
Sivas civarında, yedi yıl hakkıyla çobanlık yapanların erişeceklerine dair inanç hâlâ canlılığını muhafaza eder. Sivas yatırlarından olup, merkezde, Kaleardı mahallesinde medfun bulunan Şeyh Çoban’ın, evliyaların çobanı olduğu inanılır. Babasının sığırlarına güttüğü için, Arapça otlatan mânâsına gelen Râi unvanı verilen çoban Hüseyin’in hayvanlarının kaybolmaması, sürünün giderek çoğalması, yanı sıra da çeşitli kerametler göstermesi onu Şeyh Çoban mertebesine çıkarmıştır. Çobanlığı bıraktıktan sonra Ebul Vefa hazretlerinden ders alan Şeyh Çoban’ın tekkesinde ağaçtan yapılma topuzu, tespihi ve sancağı bulunmakta imiş. Tekkelerin kapatılmasıyla bu eşyalar müzeye kaldırılmış olup, halk tarafından kabri ziyaret edilir olmuştur. 1902’de türbenin tamiri yapılmak istenmiş, Müslüman ustalardan kimse bu işe yanaşmayınca gayrimüslim bir ustaya görev verilmiştir. O da söylenen yerde evliyadan kimsenin olmadığına dair laflar etmeye başlayınca, kabrin yıktırılmasına karar verilmiştir. Lakin kabrinin kaldırılması için yapılan girişimlerde, yıkıma başlanınca, önce güzel bir koku yayılmış, ardından da kefeniyle birlikte sapsarı kesmiş cenaze görülmüştür.*(2)
Memleket genelinde çok sayıda bulunmakla birlikte, Sivas Efsaneleri isimli çalışmasında Kutlu Özen, sırf yöreye ait yirmiye yakın çoban konulu efsaneye yer vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Çoban Baba 1-2, Çoban Efsanesi, Çoban ile Sevgilisi 1-2, Çoban Kaya, Çoban Korkutan, Çoban ve Cinler… Taş Kesen Çoban 1-2-3,Taş Kesilen Çoban, Keçili baba, Koyun Baba…
Dünyaca ünlü ozanımız Âşık Veysel, “Kör oldum, Veysel oldum. Kör olmasaydım Sivrialan’da çoban olurdum” demiştir.
Sürü, davar, nahır, hergele/hargele gibi tabirlerle anlatılan hayvan topluluğunu gün boyu, mevsim boyu, hatta yıl/yıllar boyu güdecek kimselerin sadık, işinin ehli olmasına dikkat edilir. Her adama güvenilip hayvan teslim edilmez. Eğer mal sahibinin hayvanları çoksa, kendi hayvanlarının çobanlığını yapmıyorlarsa, çobanlar ekseriyetle maddi durumu zayıf erkeklerden seçilirler. Dağlarda tek başına çobanlık yapan kadına rastlanmaz. Kendi arazisinde üç beş hayvanını yayanlar ayrıdır. (Yaş grubuna göre evin çocukları da kuzu çobanlığı, dana çobanlığı, inek çobanlığı yapabilirler. Gene daha küçükler kaz, ördek, tavuk, hindi gibi kümes hayvanlarının civcivlerini gözetip, kediden köpekten koruyarak karınlarını doyurabilirler.) Bölgemizde rastlanası olmamakla birlikte, at çobanlığı, deve çobanlığı yapanlar da bulunur. At çobanlarına yılkıcı, deve çobanlarına yörelerine göre Arapça tabirlerle ebbal, hadda, şütürban veya camil denilir.
Hayvan güdücülük Türk yurtlarında itibar gören mesleklerden sayılmaktadır ve bir pire bağlı olduğu düşünülmektedir. İşte bu yüzden, bugün dahi Türkmenistan’da Çolpan Ata çobanların koruyucu piri olarak kabul görme geçerliliğini korumaktadır. Ki dünya genelinde Musa Peygamberin de çobanların piri olduğuna inanılır. Gene Hz. Muhammed’i görme aşkıyla yanıp tutuşan Veysel Karani hazretlerinin de deve çobanlığı yaptığı bilinir.
Hacca giden ağasına sıcak helva götüren Munzur’u, dua bilmediği için “ağamın dediği” diyerek rükuya, secdeye giden ermiş çobanın hikâyesini, Van Akdamar Adası’na atfedilen, fakir çobanla, keşiş kızı Tamara’nın hikâyesini çoğumuz bilmekteyiz. Çeşitli varyantlarına rast geldiğimiz, kuzu çobanlığı yaptığı evin bakır lengeriyle Hac’dan gelen ağasına sıcak helvayı götüren kişinin, Çukurova’nın ünlü âşığı Karacaoğlan olduğu iddiası da vardır. *(3)
Otlatma, yaymaya götürme, yaylıma çıkarma, hayvan gütme gibi tabirlerle yapılan bu iş, derin bir bilgelik ister. Meteorolojiyi, veterinerliği, toprağı, tabiatı, yem bitkilerini bilmesi icap eder. Peygamber mesleği olarak da bilinen çobanlık, mukaddes bir vazife olarak kabul görür.
Mal sahiplerince mart-nisan gibi bahar aylarında çobanlar tutulur. Çoban durma denilen bu işlemden sonra herkes kendi sürüsünün çobanıdır artık. Hayvan başı, yani mal sayısınca anlaşma yapılarak davarı, sürüyü teslim alan çobanın giyeceği, karnının doyurulması da hayvan sahiplerinin tekelindedir. Para, ekseriyetle koç tesliminde verilir. Köylerin ileri gelenlerinin kiraladığı, ağa tabir edilen kişilerce tutulan çobanların ücretini, gözetimini, esvaplarını, sigarasını ağa ayarlar. Köyün maddi durumu zayıf kişileri, kendi hayvanlarını ağanınkine katar, sayısınca parayı, ellerine geçtikçe ağaya verirler, kendileri çobanla muhatap olmazlar.
DEVAMI YARIN