Doğumlarını, düğünlerini, diğer mühim olaylarını “Zemherinin ortasıydı”, “Abdul Beşiydi”, “Koç katımı zamanıydı” sözleriyle hafızalarına nakşeden bilge insanımız, yüzyılların verdiği tecrübeyle 21 Martta, “Nevruz Bayramı-İlkbaharın Gelişi” diye saymaya başlamaktadır sıcak günleri de. 5 Nisana “Çiçeklerin Açma Zamanı”, 23 Nisana “Lale Zamanı”, 4 Mayısa “Çiçek Fırtınası”, 17 Mayısa "Gül Mevsimi”, 6 Hazirana “Güllerin Açma Zamanı” demektedir.
Vakti gelince tabiatı pür gibi donatan nebatatın Sivas yöresinde yetişenlerinin hayli çeşidi bulunmaktadır. En baş sırayı çiçeklerin şahı olan, Hz. Muhammet’in remzi olarak bilinen gül ağacının, daimi âşığı da bülbül olarak bilinmekte, eli kalem tutanlarca yazılara, şiirlere mevzu edilmektedir.
Gülün Divriği’de şişirat, Zara’da şikiraf olarak tanınan, yaygın ismiyle kuşburnu olarak bilinen yabanisi de apayrı güzellik sergilemektedir. Bahar aylarının bu albenili ağacı, en az çiçeklerinin alımlılığı kadar, ezmesi, şurubu, çayı yapılan kırmızı meyveleriyle de meşhurdur.
Ağaçlarla birlikte dağı taşı envai çeşit renge beleyen çiçeklerin ilk akla gelenleri şu şekilde sıralanabilir: Çobandöşeği, Katırtırnağı, Koyungözü, Peygamberçiçeği, Gülhırı/Hatmi, Gelincik, Sümbül, Lale, Papatya, Yalancı çiçek, Essah çiçek, İspirim, Eşek gülü, Kılıç çiçeği, Ahra çiçeği, Menevşe, İveyik çiğdemi, Peygamber düğmesi, Katırcın, Aleyçır, Yılanyastığı, Arı Çiçeği, Döğün Çiçeği, Kedi Menekşesi...
Yabani bitkilerden olan nergis, nevruz, çiğdem çiçekleri, çeşitli renkleri ile ilkbaharda çocukların, gençlerin hem göz zevklerini okşamakta, hem de ağızlarını tatlandırmaktadır. Kazgıç adı verilen bir iki karışlık değneklerle topraktan, kökleri incitilmeden çıkarılmaktadır.
Eski zamanlarda, köylerde, mezralarda, yıllardır yolu gözlenen Yemen gazisi gibi, susuzluktan dudakları kavrulmuş bir garibin su beklentisi gibi beklenmektedir nevruzun ilk çıkışı. Çünkü onun gelişiyle hayat bulmaktadır toprak.
“Papatya, gül, nergis, çiğdem, zambak… Hepsinin bir türküsü, şiiri, şarkısı vardır da nevruz en unutulmuşudur çiçekler arasında. İnsanların vefasızlığına rağmen yine de küsmez nevruz ve her bahar açar sessizce ıssız yamaçlarda. Bilir ki o yüzünü güne dönmeden bahar gelmez, ibibikler ötmez, yeryüzü yeşermez. Tüm çiçeklerin rengi önce onun yapraklarında selamlar dünyayı.”
“Diğer evlerde durum nasıldı bilemiyorum ancak bizde navruz yemeği hazırlamak adettendi. Navruz yemeğine dışarıdan kimse davet edilmez, hane halkı kendi arasında yerdi. Evde eli ayağı tutan büyük küçük herkes bir vazife alırdı bu yemeğin hazırlanması için. Tandır yakmadan tutun, çay için tatlı su getirmeye kadar kişi sayısınca vazife çıkarılır ve işler büyük bir keyifle yapılırdı. Süzme bulgur pilavı, patates mıhlaması, hoşaf ve sini bağlaması, düğün ve bayramlar dışında ancak navruz yemeğinde bir arada bulunurdu.”
“Navruzdan az bir zaman sonra, kısa bir süre toprağı süsleyip kayboluveren çiğdem boy verirdi bayırlarda. Ki köylerde görev yapmış her öğretmenin kitaplarından birinin arasında, eli ayağı çamur içinde, yüzleri al al çocukların armağanı kurumuş bir navruz çiçeği, ya da çiğdem mutlaka vardır.”*(4)
“Çiğdem derki ben âlâyım, yiğit başına belayım” dizeleriyle Âşık Veysel’in sazının nağmelerine de konu olan bu alımlı ve bir o kadar da kırılgan olan çiçek, sadece süslemekle kalmamıştır. Hatıra olarak kitap-defter arasına da girmiştir, ilaç olarak şişeye de.
Çiğdemin, eski dönemlerde ilaç olarak kullanıldığını şu satırlardan anlamaktayız: Cizvit Rahibeleri, baharda kırlara çıkarak ilaç yapımında kullanılmak üzere çeşitli bitkiler toplarlarmış. Hatta yörede çok yetişen ve çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılan çiğdem türü “Crocus ancrenris”in (Ankara Çiğdemi) soğanlarının Albert Hubbard tarafından Amerika’ya gönderildiği bilinmektedir.
(Albert Hubbard, eşi Emma ile 1873 yılında ülkemize gelip çeşitli çalışmalar yapıp, günlükler tutan bir Amerikan misyoneridir.)*(5)
İçinde bulunduğu her durumu değerlendirmeyi beceren insanımız, yıllar yılı kabak çiçeğinden papatyaya, menekşeden hindiba çiçeğine kadar pek çok yenilesi bitkiyi aş edip sofrasına çıkarmayı becermiştir.
Elbette bu durum Sivas mutfağında da aksetmiştir. Ocaklarda, şimdiki sınırlarımızı aşıp, geniş bir coğrafyada bilinip yapılan, asırlardır taviz verilmeden şerbetlerin sultanlığını koruyan gül şerbeti de kaynamaktadır, gül reçeli de. Fazla yaygın olmamakla birlikte akzambaktan elde edilen reçelin kokusunu, lezzetini tencereyi karıştırıp, kokusunu ciğerlerine çekene sormak lazım gelir.
Çiçekli tatlarımızın başında hiç şüphesiz ıhlamur gelmektedir. Soğuk algınlığına ilaç olarak, kaynar süte bastırılıp demlenen herdemgüzeli/ebegümeci çiçeklerinin, hatmilerin, papatyanın kurutulmuşu da onu takip etmektedir. Divriği yöresinde titrekaynana diye bilinen, ekin tarlalarının arasında gelin gibi salınan mor çiçek/sütlü çiçeklerin kurutulmuşu ile yöremizdeki çorbalar renklenmekte, damak tadına tat eklenmektedir. Mor çiçekten, aynı gülden yapılan gibi reçel yapıldığını da unutmamak gerekir.*(6)
Gene ilkbaharda duvar diplerinde açmış menekşeler ile kahve ve çayların çeşnilendiğini, gül yapraklarıyla nefasetine nefaset eklenen çayların, sütlerin Divriği bahçelerini şenlendirdiğini atlamadan geçmeyelim.* (7)
Komşu ilçelerde de bilinen bu güllü çayın şöyle bir de hatırası bulunmaktadır:
“Atatürk, 1919 Haziranında Sivas’tan Erzurum’a giderken, 28 Haziranda Zara’ya da uğrar. Yanında Sivas delegesi Fazlı Bey de vardır. (Fazlullah Moral) fazlı beyin yeğeni, Şeyh Seyfettin Efendi’nin kızı Hacer Hanım da Zara’da evlidir. Hacer Hanım, o gün ev işini bitirmiş, yorulmuş, kendisine çay demlemiş, içine gül yaprakları atmıştır. Tam içecekten kapı çalınmış, Atatürk, Fazlı Bey ve yanındakiler içeri girmişlerdir. HacerHanımın çayını içen Atatürk, teşekkür ettikten sonra, “Kızım Hacer, senden nice nice Hacerler, Ayşeler, Fatmalar yetiştirmeni istiyorum. Bu zor günlerimizde içimizi ısıtsınlar, bize güç versinler, memleketi yeniden inşa edelim.”
Atatürk bu güllü çayı hiç unutmamış, bir gün Fazlı Bey’e şöyle söylemiş: “Zara’ya, o gül kokulu çayı içmek için gitmek isterim”*(8)
Yıllar önce değerli Sabiha Tansuğ’un “Türklerde Çiçek Sevgisi ve Sümbülname” adlı eserinde, Sivas, Yıldız Dağı eteklerinde büyümüş Gülay hanım isimli bir Sivaslının hatıralarını okumuştum. İsmi anlattıklarıyla müsemma olan hanımın naklettikleri enteresandı doğrusu. “Yılda bir açan pembe, kokulu yalınkat gülleri kalbura veya sepete atıp kuruturlardı. Kurumuş gül yaprakların küçük yastıklara doldururlardı. Böylece hazırlanan gül yastıkları, baş yastığımızın ya altında, ya da üstünde dururdu. Mis kokulu uykular çekerdik.”
“Taze tereyağı basılırken arasına kat kat gül döşenirdi. Ekmeğimize sürerken tereyağı gül kokardı. Gül reçeli, gül şurubu, gül suyu evimizden hiç eksik olmazdı. Saç yıkamak için kullanılan kili bile gülle basarlardı”*(9)
(Aynı kitapta, İzmir-Karaburun’daki bir gelenekten söz ediliyordu. Açtığı zaman toplanıp kurutulan okka gülü yapraklarının minik keselerde saklandığı, düğünlerde yapılan gelin sütlaçlarında ufalanarak kullanıldığı yazılıyordu. Her kâseye birer dal altın varaklı taze karanfil saplanarak ikram edilirmiş. Ayrıca Ege’nin birçok yerinde ise gül topları yapılıyormuş. Bahar aylarında toplanıp bir havana konulan katmer güller, karanfil, damla sakızı ve tarçınla dövülüp macun haline getiriliyor, minik toplar halinde kurutuluyor, muhallebi, sütlaç, höşmerim gibi tatlılara kaynarken birer top atılarak, nefis bir tatlı elde ediliyormuş.)
Gürünlü ozan Lâyıkî’nin, kendi ilçesine yazdığı bir güzellemede de yağlara sinen çiçek usaresi şu satırlarla anlatılmıştır:
Bülbül öter bahçesinde bağında,
Boz koyunlar otlar yüce dağında,
Lale sümbül kokar taze yağında,
Ne güzel yayladır ili Gürün’ün.
Ahmet Özdemir*(10)
“Ol” diyenin emriyle olan tabiatın cömert nimetlerinden, pek çok şekilde yararlanılmaktadır. Zengin bir toprak üstünde yaşadığımız gerçeğinden hareketle, yurdumuzun birçok yöresinde yetişen otların gerek mutfağımızda, gerek kozmetik sanayinde, gerekse ilâç olarak birçok nimetini görmekteyiz. Bu otlar, her biri ayrı renk, ayrı ebatta olup, daha çok kırsalda yaşayanlarca yakından bilinip, tanınmaktadır. Mesela baharın ilk çiçeklerinden olan çiğdem çiçeğinin çiğ çiğ yenilmesinden ayrı olarak, yumrularından da çiğdem sütlüsü pişirilerek yenilmektedir. DEVAMI YARIN
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?