İnsanoğlu var olduğu andan itibaren bahşedilen hayat sermayesini anlamak ve anlamlı hâle getirebilmek için kendisini dur durak bilmeksizin devam eden bir süreç içerisinde bulmuştur. Son ilâhî mesajın/Kur’ân’ın insanın maddî-manevî yönlerini dikkate alarak telkin ettiği prensiplerle hayata anlam katmaya çalışan müslümanlar ise bu mesajı bütün evrenle buluşturan Hz. Peygamber’i (sav) her alanda olduğu gibi anlam arayışlarında da “Rol model” olarak benimsemişlerdir. Bu yönüyle İslâm dünyası, insanın madde ile mana eksenindeki hassas yaratılışına uygun söz ve fiillerle hayatı anlamlı kılma becerisini, Hz. Peygamber (sav) ve O’nun terbiyesinde/gözetiminde yetişmiş “Sahabe nesline” borçludur. Sahabe ve daha sonraki nesillerde kuralları ve sınırları netleşmiş bir yaşam tarzına dönüşen bu anlayış zaman zaman lâyık olduğu değeri görüp Müslümanlarla birlikte diğer inanç mensuplarını da bir iç huzura kavuştururken, zaman zaman da ekseninden kaymasından kaynaklanan birçok sebeple yanlış anlaşılmış veya lâyık olduğu değeri görememiştir. Tarihte yaşanan müspet ve menfi örneklerin değerleriyle birlikte; gün geçtikçe büyük bir köy görünümüne bürünen günümüz dünyasında son ilâhî vahyin/mesajın, anlam arayışında insana biçtiği rolü anlama ve hayata bu pencereden bakarak yön verme gayretinin çağdaş insan açısından daha da önemli bir konuma/değere yükseldiği açıkça görülmektedir. Biz bu vaazımızda geçmişte olduğu gibi günümüz insanı için de büyük önem arz eden ve hassas dengeler üzerine inşa edilen naif yapısıyla dikkat çeken “Tezkiye-i nefs” konusu üzerinde durmak istiyoruz.
Nefsi Islah/Benliği Dizginleyebilme Yöntemi: “Tezkiye-i Nefs”
Tezkiye; “Benlik, ego veya nefs” şeklinde ifade edilen ve insanın hayatını İslâm’ın temel ilkeleri (Kur’ân-Sünnet) çerçevesinde anlamlı kılmasına engel olan unsurun dize getirilmesi veya nefsin törpülenmesi gereken yönlerinin törpülenip söz dinler/itaatkâr hâle getirilmesini ifade eden bir kavramdır. (Tehânevî, Keşşafi Istılâhâti’l-Fünûn, c.I, s.688; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yay., İstanbul 2002, s.354; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yay., İstanbul 2005, s.661.) Kur’ân-ı Kerim’de “Nefsini kötülüklerden arındıran/tezkiye eden kurtuluşa ermiştir” (A’la 87/14) buyruğuyla işaret edilen nefsi kötülüklerden arındırma ve güzel ahlâk ilkeleriyle tezyin etme düsturu Hz. Peygamber (sav) ve sahabe-i kirâmın hayatında öylesine yoğun bir şekilde yer almıştır ki bu yönüyle onların hayatlarını baştan sona “Nefs tezkiyesi süreci ve sonuçları” olarak özetleyebiliriz. Hz. Peygamber (sav) nefsin aldatıcı ve törpülenip hizaya getirilmesi gereken konumuna “Allahım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle baş başa bırakma” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.V, s.42) duası ve “Sizin en büyük düşmanınız, iki yanınız arasında bulunan nefsinizdir” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, c.II, s.143) gibi uyarılarla işaret buyurmuştur. Sahabe-i kiram da hayatlarını Hz. Peygamber’in (sav) bu tavsiyeleri ve hayatını nefsin ıslahına adayan tavrını modelleyerek zühd, takva ve fakrı kendilerine kılavuz kabul ederek şekillendirmiştir. (Sahabe-i Kirâm’ın zühd, fakr ve takvâ eksenli hayâta bakışlarıyla ilgili olarak bkz., Ebû Dâvud es-Sicistânî, Kitâbu’z-zühd, tah.: Ebû Temîm Yâsir b. İbrahim, Ğanim b. Abbas, Kahire 1993, s. 111,121-125; İmâm-ı Rabbânî, Mektubat-ı Rabbanî, Çeviren: Abdülkâdir Akçiçek, Cümle Yay., İstanbul 1985, c. I, s. 131, 33. Mektup.) Onlar, “Nefsi dine ram, dini nefs için vicdan kılmak; nefsi, dinin hükmü altına sokmak” (Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat Yay., Ankara 2008, s.8) için mücadele etmişlerdir. Onlar gibi hayatlarında nefsin tasallutlarından kurtularak Kur’ân ve sünnet-i seniyye istikâmetinde hayatlarına yön vermek isteyen samimi müminler ise bu anlayışın inceliklerini bütün derinlikleriyle sistematize etmişlerdir. (Bu konuda bkz., Hasan Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdayi ve Celvetiyye Tarikatı, İstanbul Tarihsiz, s.183; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1981, s.98-101.) Örneğin Husrî’nin (ö.371/981) “Asıl mümin var olduktan sonra yok, yok olduktan sonra var olmaz” sözü onların anlam arayışlarında benimsedikleri kilometre taşlarından birisi olmuştur. Onun bu sözünü Kuşeyrî (ö.465/1072) “Yok olduktan sonra var olmaz” demek; nefsanî afetlerden fani olursa, bu afetler ve kötü huylar bir daha kendisine dönmez; ‘Var olduktan sonra yok olmaz’ demek, Hakk ile meşgul olduktan sonra, halkın değer vermemesi ile itibardan düşmez ve hâdisler (sonradan meydana gelen şeyler) ona tesir etmez demektir” şeklinde vuzuha kavuşturmuştur. (Kuşeyrî, Ebu’l-Kasım Abdülkerim, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-Tasavvuf, Hazırlayan: Ma’ruf Zerrîk, Ali Abdulhamid Baltacı, Darü’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 283.) Müminler, güzel ahlâkı “Mihenk taşı” olarak kabul edip zâhir ve bâtın bütün hâllerinde Hakk’ın rızası istikâmetinde hayatlarını anlamlı kılabilme gayretiyle hareket ederlerken, günümüz insanı büyük ölçüde anlam arayışı çizgisini “Madde” ile sınırlı tutma yoluna gitmiştir. (Muhammed Gazali, İslam’ın Manevî Boyutu, Şura Yay., İstanbul 1999, s.109-110; Hasan Kayıklık, Tasavvuf Psikolojisi, Akçağ Yay., Ankara 2011, s.93-107.) Bu nedenle de yediği-içtiği, makam sevdasıyla yol aldığı, hırsları peşinde koştuğu kısaca dünyevî değerler etrafında hayatına şekil/biçim vermeye çalıştığı için büyük hüzün ve acılarla sonuçlanan hayat öyküleri etrafımızı kuşatır olmuştur. Para, gençlik, güzellik/yakışıklılık, makam ve itibar gibi birçok nimete sahip olmasına rağmen mutluluğu/iç huzurunu/sükûneti bir türlü elde edemeyen biçare gönül sâhiplerinin serzenişleri kulaklarımızda çınlamaktadır. Anlam arayışındaki bu kayma, insanın maddeye olan bağlılığının/esaretinin de bir göstergesidir. Hâlbuki Kur’ân ve sünnet-i seniyye maddeyi inkâr etmeden mana ile insanın gerçek huzura/sükûnete ulaşabileceği gerçeğini defalarca dile getirmiştir. (Örneğin bkz., Şems 91/7-10; Buhari, Rikâk 3; Müslim, Kitâbu’z-zühd 1,3.)