Çocukken bu cümleyi öyle çok duyardık ki... “Harbe gitti gelmedi”
Hısım akrabanın, konu komşunun yaşlı kadınlarının ağzından, derinden gelen ah’larla dökülürdü de ilgimizi çekmezdi pek. Babası, amcası, dayısı, abisi, eşi gelmeyenlerin burukluğunu anlayamazdık. Morların siyahların olmadığı çocuk dünyamızın hayhuyu arasında kaynar giderdi.
Büyükannemin babası, yani annemin dedesi de harbe gidip gelmeyenlerdendi. Sormayı akıl edemedik işte. Aile büyükleri rahmeti rahmana kavuştuktan sonra “nerede şehit düştüydü acaba?” dedik hüzünle, utançla ama giden gitmişti bir kere. Zaman zaman aklıma gelir, adı küçük dayıma konan Ali Osman Efendi’nin kabrinin nerede olduğu… Diğerleriyle birlikte Fatihalar gönderirim.
Mahallemizde Hâfız Eyüp Ağa diye bilinen yaşlıca bir zat vardı. Biz her ne kadar son zamanına yetiştiysek de, onun Yemen’den dönen nadir askerlerden olduğunu bilirdik. Bileğinden ilikli uzun beyaz donu ile kapı önüne çıkmasını, uzunca boyu ile mahalle camiine namaza gidişini, teravihlerde ilahiler, kasideler okuyuşunu iyi hatırlarım. Küçükken, annemle gittiğimiz bir bayram ziyaretinde, yedi yıllık askerliğinden, Yemen Harbi’nden sonra memlekete nasıl geldiğinden bahsetmişti.
Askere giderken, anasının mahalleden bir komşu kızı ile söz kestiği bu civan gibi delikanlı, yaşıtları gibi dualarla senalarla uğurlanmış; aylar ayları, yıllar yılları kovalamaya başlamış. Erkeklerin azaldığı, cenazelerin kadınlar tarafından kaldırıldığı, çoluk çocuğun ekin biçtiği günlerin birinde saçı sakalı uzamış, rengi kararmış vaziyette perişan bir kılıkta, bir ezan vakti evinin kapısını çalmış. Kapıyı açan hizmetçi kızdan ibrik leğen getirmesini rica etmiş. Elini yüzünü yıkayıp, abdest alıp öyle eve girmekmiş niyeti. Hizmetçi kız, bu heybetli ama perişan adamın halinden ürküp, gidip evin reisine, “Efendibaba, tanımadığım biri geldi” diye haber vermiş. Tarla tapan sahibi olup, pek çok kişiyle muhatap olan evin reisi, iş icabı kapısına gelenlerden birisi sanarak, hizmetçi kızla birlikte evin avlusuna gelmiş. Elbette gelince durum da anlaşılmış.
Meğerse anne baba, evlatları asker ocağındayken, “nasıl olsa gelecek” deyip, düğünü damatsız yapıp gelini eve getirmişlermiş. Kapıyı çalan, Yemen’den dönen oğul, açan da hizmetçi sandığı, ömür boyu eşi olacak karısı imiş. Birbirlerini tanıyamamışlar. Eyüp Ağa’dan sonra epeyce yaşayan Münevver Ana da gülerek bunu anlatırdı.
O dönemlerde hemen her evde bu ağulu hal yaşanmış, od düşen hanelerin acısı, yeniden canlanacak olmanın umudu, genç nüfusun artmasıyla ancak ki sükûna kavuşmuştur.
Yedi yıllık, on yıllık askerlikler, harp, esaret, hürriyete kavuşma hatıraları, gidip gelememeler, gelip bulamamalar yurdun her tarafından işitilmiştir. Eli kınalı genç gelin bırakıp, beli bükük kocakarı ile karşılaşan, karısının hamile olduğunu bilmeden askere gidip, yokluğunda doğan delikanlıyı görünce, eşinin yeniden evlendiğini sanan, eşini, çocuklarını memlekette bırakıp harbe giden, esir olup oralarda kalan, dönemediği yurtlarda yeniden evlenenlerin, esaretten dönen kocaların, dul kaldı zannıyla başkasına vardığını öğrendiği eşinin hikâyelerini halen bulmak mümkündür.
Cumhuriyet dönemi romanlarında, sinema filmlerinde üç kuşağın bir arada yaşadığı kalabalık ailelerde, kocası, ya da oğlu savaşta şehit düşen halaların, teyzelerin hayatlarına yer verilirdi. Baba, ya da kardeş evine sığınan gelinler, nişanlısı gelemeyince bir daha evlenmeyen sevdalı kızlara rast gelinirdi. Gazi ya da şehit çocuğu olanların gurur ve hüzünle karışık hayatlarına şahit olunurdu.
Mahalli dille Mammetçük derlerdi bizim oraların yaşlıları askerimize. Gururla bakarlar, minnet duyarlar, dualar ederlerdi. Sevilen, saygı duyulan bir meslek olarak görülen askerliğe hürmeten nineler “zabitlere varasın”, “zabit çıkasın” diye torunlara, konu komşu çocuklarına hayır dileklerde bulunurlardı. Dik duruşlu birisine, “asker gibi yeriyi (yürüyor)”, birazcık haşarı olana “hele bir asker ocağına getsin, anlar Hanya’yı, Konya’yı” derlerdi. Severlerdi peygamber ocağının mensuplarını.
Bir dönemler manilere, türkülere, ağıtlara konu edilip, yenilen ekmeğe, içilen suya katık yapılmıştı seferberlik halleri. Ki halen de uzantıları devam etmektedir.
Kayınvalidem kendi çocukluğunu anlatırdı bazen. Düğünlerde bir araya gelen kadınlardan genç olanlar, süslenip püslenip allı morlu çarşaflarına bürünüp, gelin alayına katılarak neşe içinde kız evine gelin almaya gidermiş. Geride kalan, yüreklerinin közünü gençlere göstermek istemeyen yaşları daha kâmilce olan kadınlar, onlar gelene kadar söyleyip ağlar, cepheden gelmeyenleri anar, kalabalık gelince bağırlarına taş basarak, yalancı gülüşlerle düğünün kalan kısmına iştirak ederlermiş.
Şehitlik. Ölümlerin en yücesi... Selde, yangında, çığ, toprak kayması durumlarında, doğumda, amansız hastalık neticesinde ulaşılabilen bir mertebe; şahadet en çok da düşmanla yapılan savaşta can verenlere yakışan tabir.
Başucunda bir Fatiha okunabilecek şahidenin bulunması, her insanın arzusu olsa gerek. Asker, sivil, kadın, erkek fark etmez. Bu fani dünyadan öte âleme giderken bazen bir taş dahi nasip olmuyor.
Harpte şehit düşenlerin kanlı giysileriyle gömülebildiği herkesçe malumdur. Adı sanı bilinemeyen, taşları kaybolan, yeri başka bir amaç için kaldırılan şehit kabristanlardan bazen geriye tek işaret dahi kalmayabiliyor. Bazen de dikilen bir anıta topluca isim yazılıyor o kadar.
Bugünlerde okuduğum Cemal Kutay’a ait Şehitlerimiz isimli bir kitap, bu eski acıları yeniden depreştirdi. Epeydir elimin altında duruyordu. Okumak şimdiye nasipmiş.
1980 basımı kitapta, 1935 yılı tespitlerine göre esas alınmış, ulaşılabilen şehitliklerimizden söz ediliyordu. Üç kıtada at koşturmuş ceddimizin, semaya serpilmiş yıldızlar misali serpildiği topraklarda kalan aziz canlarından bahsediliyor, hepsine ulaşılamasa da mevcut şehitliklerden dem vuruluyordu.
1935 yılında 236 olan şehitlik sayısı, daha sonra eklenen Kore ve Kıbrıs şehitlikleriyle 238’e çıktı diye bilgi veriliyordu. Birçoğunda bayrağımızın dalgalandığından, zaman içinde değişen yönetimlerce, yol açmak, park, okul, bina yapmak adına yok edilmesinden bahsediliyordu.
Adını saymakla bitiremeyeceğimiz bu şehitliklerimizin encamının nice olduğunu, kitabın yazılış tarihinde bile acı bir duyguyla merak eden yazara katılmamak, “bugün ne haldedir acaba?” diye düşünmemek elde değil.
Kafkasya’da 13, İran’da 19, Sibirya’da 12, Birmanya’da 5, Hindistan’da 4, Irak’ta 32, Filistin’de 47, Hicaz Bölgesi’nde 16, Yemen’de 7, Mısır’da 6, Romanya’da 32, Galiçya’da 14, Makedonya’da 18, Mora’nın Tripoli Kasabası’nda 1, Yunanistan’ın Misolongi Kasabası’nda 1, Malta Adası’nda 1, Trablusgarp’ta 7, Kore’de 1, Kıbrıs’ta 1 şeklinde sıralanan şehitliklerle ilgili detaylı bilgi verilmiş.
Bunları, kitabın verdiği sıralamaya göre paylaşırsak şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza:
Bulgaristan sınırları içindeki Burgaz, Varna, Şumnu, Eskizağra, Filibe, Pazarcık, Ruscuk, Silistre ve Sofya’da,
Yugoslavya sınırları içindeki, Pirlepe, Üsküp, Çaçak, Versaç, Belgrad, Leskofça, Taşlıca, Nis, Usturumca, Resne ve Manastır’da
Yunanistan sınırları içindeki, Atina’nın Akropolis tepeleri’nde, Girit, Midilli, Rodos ve Sakız Adalarında, Pire, Selanik ve Yanya’da, Serez’de, Radoyus Köyü’nde, Darisa/Yenişehir’de,
Galiçya’da Prizicani/Miçicot Köyü’nde, Vepoliga Köyü’nde, Budiviskoni/Zileynof Köyü’nde, Hoçensko’da Nazmi Bey Şehitliği, Hodriçko Kenti’nin tepelerinde, Budoviskuya şehrinin girişinde, Lipicadda İstasyonu’nda, Pofuk Köyü’nde, Rohatin kentinde, Paradoviç’te, Daroviç/Meding şehrinde, Slovakya bölgesindeki Nitra ve Trençin şehirlerinde… (Hotin, Valoska ve Protektora kentlerindeki şehitliklerimiz ise II. Cihan Harbi esnasında komünist kuvvetlerince yıkılmıştır.)
Bahsi geçen kitapta yazar, Polonya Cumhuriyeti’nin ilk başkanı Iğnas Jan Paderavsky, 513 subay verimizin yattığı Sitry şehri yakınındaki şehitliğin açılışında bizzat bulunup, şu sözleri söylediğini ifade ediyor:
“Burada bize daima dost olmuş kahraman bir milletin evlatlarını sonsuz uykularında selamlıyoruz. Türkler bugün, topraklarımızdan çok uzaktadırlar ve bugünlerde kendi istiklal ve hürriyetleri için mücadele ediyorlar. Kudretli ve kuvvetli, fethettikleri beldelerde müsamahalı idarenin örneklerini vermiş olan bu kahraman milletin mücadelesinden muzaffer çıkmasını ümit ve temenni ederim.”
DEVAMI YARIN