Yaşadığımız hayatı ve o hayatın anlamlı olup olmadığını zaman zaman sorgulamamız gerekir. Hayatı anlamlandıran insandır. Hayatın değeri de uzun yaşanmasında değil iyi yaşanmasındadır. Hayatı doğru ve anlamlı yaşamak için de hep daha iyi bir dünya, hep daha iyi yarınlar için mücadele etmek gerekir.
Yaşadığımız bu hayatı daha güzel ve yaşantımızın daha mutlu geçmesini sağlamak kendi elimizde. Çünkü hayatı güzelleştiren de hayata iyilikler katan da kötülüğü katan da insandır.
İyilik ve kötülük, dünya üzerinde her zaman birbiriyle mücadele eden, birbirine zıt iki büyük güç. İçimizdeki aydınlık ve karanlığın hangisini beslersek o büyüyor. İkisi de içimizde. Hangisini daha çok beslediğimiz önemli...
İyilik ve kötülük hakkında eski bir Kızılderili hikâyesi anlatılır:
Yaşlı Kızılderili reisi torunuyla birlikte kulübesinin önünde oturmakta ve az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izlemektedir. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtır. On, on iki yaşlarındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup dururlar. Bunlar dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından hiç ayırmadığı iki kurt köpeğidir… Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünmektedir.
Dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden özellikle siyah ve beyaz olduğunu öğrenmek ister. Bir gün dedesine bunun sebebini sorar; Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazlar ve “Onlar benim için iki simgedir evlat.” der.
“Neyin simgesi?” diye sorar çocuk.
Dedesi: “İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik de kötülük de içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.” der.
Çocuk, sözün burasında; ‘mücadele varsa, kazananı da olmalı’ diye düşünür ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini daha ekler: “Peki dede, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi? Bilge reis, derin bir gülümsemeyle torununa bakar ve “Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!” diye cevap verir.
Bana katılır mısınız bilmem ama işte bu burada her insanın Platon’un “İnsanoğlunun kendi kendini fethetmesi zaferlerin en büyüğüdür.” sözünü hiçbir zaman hatırdan çıkarmaması gerektiğini düşünüyorum.
İnsan için günler çok çabuk geçiyor… Gece oluyor uyuyorsun, sabah oluyor, uyanıyorsun, derken tekrar akşam oluyor. Yıllar bir su misali akıp gidiyor. Hani bir zamanlar bebek, sonra çocuktuk. Seneler birbirini kovaladı, genç olduk. Sonra yaşlılık ve çocuklar torunlar oldu pek çoğumuzun hayatında. Allah ömür verdiği sürece her yaş gurubu aynı döngüyü yaşayacak bir şekilde…
Kimler geldi, kimler geçti dünya denen bu mekândan… Yaşanılan hayat üç aşamadan ibaret değil mi? Doğum, yaşam, ölüm!..
“Geriye doğru bakılarak, ileriye doğru mesafe alınan tek yolculuk hayat yolculuğudur. Hayat, ileriye doğru yaşanır, ama yalnız geriye dönük olarak anlaşılır. Bu anlaşılma, yaşananlardan ders alabilme düzeyinde olursa, yoldaki sapmalar o nispette az, yolculuk ise o nispette sarsıntısız ve hasarsız olur. Hayatı anlamlı kılan ve insanı yücelten, hayatı dışa dönük olarak yaşamaktır.” Ne güzel özetliyor işin özünü değil mi? İnsan kendine bahşedilen değeri doğru anlamalı, anlamlandırmalı ve ona vermesi gereken gerçek değerin ve sorumluluğun farkında olmalıdır. Bu nedenle de hayat boyu mutlaka gerçek bir amaca sahip olmak gerekir. Yaşamak için bir nedenimizin ve belirgin bir hedefimizin olması ve çabalarımızı bu nokta üzerinde yoğunlaştırmamız hayatı anlamlı kılacaktır.
Peki, hayatı doğru ve anlamlı yaşamak için ne ya da neler yapıyoruz?
Yaşıyoruz ya işte mi diyoruz sadece! Gerçekten de bu yeter mi cevap olarak? Hayat dediğin geçip gidiyor, yaş dediğin hiç durmuyor yerinde ve bir gün geliyor bitiyor. Başımızı ellerimizin arasına alıp, düşünmeliyiz…Yaptığımız işleri anlamlandırmaya çalışmalıyız. Kendimizi sorgulamalıyız, yaşadığımız yılları süzgeçten geçirmeliyiz. Yaşadıklarımızı büyük bir ciddiyetle kıyaslamalıyız. Deve kuşu gibi kuma gömülüp hakikatlerden uzak ve bihaber kalmamalıyız. Çünkü hayat bize bahşedilen en büyük nimet, en değerli emanet ve şerefle bitirilmesi gereken en büyük değerdir. “İki gününü eşit olan ziyandadır” anlayışına sahip olmalıyız. Yanlışa düşmeden hatalardan, olumsuzluklardan, kötülüklerden uzaklaşarak bu süreci en iyi şekilde tamamlamak görevimiz...
Hayat; sürekli bize yepyeni şeyler öğreterek, bizim için çizilen yolda, en iyi şekilde yürümemizi sağlayan bir süreç aslında. Bu yüzden hayatı anlamlı kılan bir amaçla yaşamak gerekir. Hayata bütün olarak bakmayınca onu anlayamıyoruz. Sadece iş, sadece sosyal hayat yani sadece dünya gözüyle baktığımızda onu anlamamız pek de mümkün gözükmüyor.
Dolayısıyla anlamlı yaşam, bizim kim olduğumuza, bu hayatta neden var olduğumuza, kişi olarak neler yaptığımızın cevabını içerir. Ona anlam veren kendimiz olma işidir.
Şayet hayatın kaygıları, zenginliği ve zevkleri içinde gerçek hayat amacımızı gözden kaçırır, unutur ya da uzaklaşırsak bu bizim felaketimiz olur. Ne yazık ki bugün bazıları çalışmadan, emek harcamadan çok zengin olma sevdasına kapılıp doğruluktan, dürüstlükten uzaklaşmaktadır. Kontrol edilmeyen maddi arzular ve hayat kaygıları insanı hep yanlışa sürükler. Oysa hayat amacıyla ilgisi olmayan uğraş ve çıkarların büyük önem taşımaması ve manevi konuları gölgede bırakmaması gerekmektedir.
“Hayatınızın her gününü sanki bir dağa tırmanıyormuşsunuz gibi yaşayın. Arada bir zirveye göz ucuyla bakın ki, hedefiniz daima aklınızda olsun; ama yalnızca zirveye odaklanıp, varılan her yeni noktanın farklı ve güzel manzarasını da kaçırmayın...”
Hayatımızda muhabbete, ilgiye, sevgiye, daha çok yer verelim. Kalp kırmadan, gönül incitmeden, bu fâni dünyadan hoş bir seda bırakarak ayrılmaya çalışalım.
Hayatın paylaştıkça daha güzel olduğunu unutmadan hep birlikte, paylaşarak, kolaylaştırarak, insanca, kardeşçe, birbirimizi incitmeden yaşayalım hayatı. Hayatımıza hayat katanların kadrini kıymetini çok iyi bilelim. Âşık Veysel’in ifadesiyle “İki kapılı bir handa gidiyoruz, gündüz gece…” O halde sonunu bildiğimiz bir hayatta arkamızda güzel bir iz bırakmak dileğiyle…