Ölüm ve Ruh. İslâm felsefesine göre Cenab-ı Allah insanı ana rahminde yaratmakta, kendi ruhundan bir ruh üflemekte; insanın hayatı boyunca bedenini bir kafes gibi kullanmakta, ölüm gelince bedeni terk edip Allah’ın emrine, bilinmeyen bir yere gitmektedir “…Vefat edenler hak Mevlâları Allah’a iade ve teslim edilirler. İyi bilin ki hüküm O’nundur ve O, en seri şekilde hesap görendir !”( En’âm, 6/62). Bu bilinmeyen mekâna, uhrevî hayata Allah’ın emrine girip gidenlerin hiç birisi de geri gelip bir haber vermemiş, verememiştir.
İnsanlar, bünyelerine can veren, hayat veren ruhu ölünceye kadar vücutlarında taşırlar, onun özelliklerini yaşarlar, öldükten sonra da ruh insan vücuduyla alâkasını keser ve kendine mahsus mânevî âleme, (daha sonra terimleşen ifadesiyle halk âleminden emir âlemine) intikal eder. .( Hayrettn Karaman ve Ark. Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Ba. Yay.C.II. s.190)
İslâm alimleri, İsrâ sûresinin 85. ayetini tefsir ederken ruhu, “insanı canlı varlık yapan, bedeni yöneten manevî cevher” , olarak açıklamışlardır. Daha çok felsefe, kelâm ve ahlâk kitaplarında bu anlamdaki ruh için nefis kelimesi de kullanılmıştır. Ruhun madde’den ve maddi niteliklerden bağımsız gerçek bir varlık olduğunu; her insanın kendine özgü ferdiyeti olan bir ruhu bulunduğunu ve bireysel sorumluluğunun böyle bir bağımsız ruha sahip bulunmasının sonucu olduğunu belirtmişlerdir.( Hayrettin Karaman ve Ark. a.g.e..C.III. s.517)
Bazı alimler ise, nefsin “ruh ve zat” anlamına geldiği gerekçesinden ve Al-i İmrân Sûresinin 185. ayetindeki “Herkes ölümü tadacaktır!” mealindeki hükümden hareketle ruhun ölmeyeceği kanaatine varmışlardır.Çünkü tatmak bir hayat eseri olup tatma anında tadan kimsenin diri olmasını gerektirir.Buna göre ayetten anlaşılan şudur: Ruh ve beden ayrı ayrı varlıklar olduğu için bedenin ölmesiyle ruh ölmeyecektir; diri ve bâkî olan ruh (nefis) bedenin ölümünü tadacaktır.Bu görüşte olanlar ahiret kavramını da ruhun ölmezliği prensibine dayandırarak âhiret hayatını ruhsal bir hayat şeklinde düşünmüşlerdir.( Prof.Dr.Hayrettin Karaman ve Ark., a.g.e..C.I.s. 731) Bu konuda Prof.Dr.Süleyman Ateş de şöyle demektedir: “Ruh yaratılmıştır.Evveli vardır ama sonu yoktur.Ruha ölümsüzlük verilmiştir.Beden içinde olgunlaşan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra varlığını korur.Dünyada yaptığı şeylere göre ya güzel yerlerde bulunur veya bir süre azap çeker.Kıyamet gününde ruhlar tekrar bedenlere sokulup haşrolunurlar. Âyet ve hadislerden anladığımız budur. Gerçeği Allah bilir!” ( Hayrettin Karaman ve Ark., a.g.e.. C.I. s.731)
Mülk Sûresinin 2. ayetinde: “Hanginizin davranışta daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur” buyrulmaktadır. Allah’ın, dünyada insanların güzel işler yapma hususunda birbirleriyle rekabet etmelerini sağlamak, kimlerin kendi emir ve yasaklarına uyarak daha güzel işler yapacağını ortaya çıkarmak için hayatı ve ölümü yarattığı bildirilmektedir.” .( Hayrettn Karaman ve Ark. Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Ba. Yay.C.V., s.416-417)
Ölüm, insanlara hayatın sorumluluğunu hatırlatır, onları iyi işler yapmaya teşvik eder, uyarıcı olur ve nihayet insanda ‘imtihan’ sorumluluğunu daha canlı tutar. Nitekim, hayat, bir hayırlı faaliyetler alanı, ölüm de bu faaliyetlerin karşılığının verileceği ebedî varlık sahnesine geçişi sağlayan dönüm noktasıdır, bir uyarıcıdır.( Hayrettn Karaman ve Ark.a.g.e., Cilt V, s. 416-417)
Enbiya Sûresinin 35. ayetindeki “ Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz” mealindeki ayet, insana ölümlülüğün, hayatın iyi ve kötü yönleriyle bir sınav alanı olduğunun, sonunda herkesin Hakk’ın huzuruna varıp hesap vereceği gerçeğinin yalın fakat etkili bir ifadesidir. .( Hayrettn Karaman ve Ark. A.g.e.C.III. s.679)
O halde şu gerçeği zikretmek vakti gelmiştir: Bitki, hayvan, insan, hasılı dünyaya gelen her canlı göz kamaştırıcı bir sanat eseri olarak gelir; fakat zaman içerisinde büyür, gelişir, yaşlanır ve kısa bir zaman içinde dünyaya veda eder.! Çiçekler solar, fidanlar kurur, kelebekler ölür, her şey toprağa karışır.! İnsan da yaratılanların en şahaseri, en güzeli, en hikmetlisi, en akıllısı olduğu halde bu ilâhî kanuna uygun olarak o da bir gün mutlaka toprağa karışır!
Dünyadan bakıldığında ölüm, bir yokluk şeklinde görülür; başka bir taraftan bakıldığında ise bir doğuştur. Tıpkı gün batımı gibi:Bir yerdeki insanlar güneşin batımını seyredeken diğer bir yerdeki kişiler güneşin doğuşunu görürler. Aynı şekilde ölüm, başka bir hayata doğuştur: Başka bir hayat demek, farklı kanunları, farklı nizam ve düzenleri, farklı şartları olan bir yer demektir. Örneğin denizin altı bizi boğar, fakat balıkları yaşatır. Bizim birkaç dakika olsun ayrı kalamadığımız hava ise balıklar için ölüm demektir. İşte ölümle beraber adım attığımız uhrevî hayat âleminin de kendisine özgü şartları vardır.
- Göremediğimiz, duyamadığımız, algılayamadığımız bu “Gayb Âleminin” kendisine özgü şartları hakkında ancak Allah’ın ve Resulünün verdiği haberlerle ve ancak bu kadar bilgi edinebiliyoruz. Ölümden sonraki hayat bu dünya hayatından çok farklı olmakla beraber bu dünya hayatı ile de yakından ilgilidir. Zira o hayatın huzurlu ve mutlu bir hayat olup olmayacağını belirleyecek olan bu dünyada yaşadığımız hayat tarzıdır: Yani burada ekilenler orada biçilecektir! İkinci ve sonsuz bir hayat olan ölüm ötesindeki hayatımızın “kalite”sini dünya hayatımızdaki yaşantımız belirleyecektir! Bu bakımdan şu kısacık zaman diliminde ebedî hayatımızın mutluluğunu kazanmak zorundayız. Yüce Yaratıcımız, dünya hayatı konusunda insanoğlunu 47 ayette uyarıyor ve anlamazlıktan gelenleri de ayetlerin sonundaki şu ifadelerle sarsıyor:
-“…Halâ akıllanmayacak mısınız?” (Mü’minûn,23/80),
-“…Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?”(En’âm, 6/80),
-“…Hiç düşünmüyor musunuz?”(A’râf, 7/169),
- “…Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?”(Yunus, 10/35),
- “…İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?” (Hûd, 11/78)
Ölüm ötesi hayatımızın mutluluğunu bu dünyada hazırlamak demek, bu dünyanın nimetlerinden tamamen vazgeçmek demek değildir tabii! İnsanın bu dünyası için de çalışmak, ailesi efradına iyi bir gelecek hazırlamak, “alan ele” nazaran daha hayırlı olan “veren el” olmak, malını-mülkünü-varlığını meşru yollardan çoğaltmak, dünyanın meşru zevk ve eğlencelerinden istifade etmek tabii ki mümkündür. Ölüm ötesi hayatımızın mutluluğunu hazırlamak demek, elbette bu dünyada Hint fakiri gibi yaşamak; her şeyden elini çakmek değildir. Doğru ve dürüst davranmak, helâl yollardan kazanmak, meşru sınırlar içerisinde kalmak, mutlaka ihsan ve ihlâs duygu ve düşünceleri içinde davranmak şartıyla Hak Tealâ’nın sayesinde çok fazla mal-mülk-para-varlık sahibi olmak iyi bir şeydir. Büyük din adamı, büyük mütefekkir, büyük Hoca Ebu Hanife’nin zenginliği dillere destandır. Ne var ki kazanç hırsının bizi saptırmaması, Allah Tealâ sevgisini, O’na kulluk etmeyi unutturmamsı gerekir. O halde bizi dünyaya bağlayan şeylerle ebedî hayata ait değerler arasındaki dengeyi çok iyi kurmalıyız, gerektiğinde doğru tercihi yapmalıyız. (Halil Altıntaş, a.g.e.s.156) Bu denge içinde ölüm ötesi hayatımız için titiz davranmamız kadar, bu dünya için de çalışmamız, varlığımızı artırmamız, makam ve mevkimizi yükseltmemiz ve muhtaçlara yardım edebilecek, insanlara iyilik yapabilecek konuma gelmemiz de son derecede normal ve muteber bir davranıştır.!Oraya giderken herkesin dağarcığında az-çok bir şeyler vardır, olmalıdır:“Kim bir iyilik getirirse, ona daha hayırlısı vardır. Kim de bir kötülük getirirse, bilsin ki, kötülük işleyenler ancak yapmakta olduklarının cezasına çarptırılırlar”(Kasas, 28/84)(Ümit ŞİMŞEK, a.g.e.s.212-117)
İşte ölüm dediğimiz hadise bir kesişme noktasıdır ki, o noktada, bizim bildiğimiz âlemden, bilmediğimiz bir başka âleme, hayata geçilir. O noktadan sonra varılan âlem, artık, bu dünyada iken görülemeyen, bu dünyanın bilgisi ve ölçüleri ile anlaşılamayan, algılanamayan; artık kendisine özgü kanunları-düzenleri-kuralları olan, kendi hayat şartları olan bambaşka bir âlemdir!
HZ. EBUBEKİR’İN HİLÂFETE GEÇTİĞİNDE VERDİĞİ İLK HUTBE.
Hasan el-Basrî’den ve Abdullah b. Ukeym’den şöyle rivayet edilmiştir: “Ebu Bekr’e bey’at edilince minbere çıktı.Hz. Peygamber’in durduğu yerden bir aşağı basamakta durdu ve şöyle hutbe verdi: “Vallahi ben sizin en hayırlınız değilim. Bu hilâfet görevini de üstlenmek istemiyorum. Keşke sizden biri bu görevi üstlenseydi. Aynen Hz. Peygamber gibi mi yöneteceğimi düşünüyor sunuz? Öyle düşünüyorsanız ben böyle bir şey yapamam. Çünkü Hz. Peygamber, vahiy ile destekleniyordu, onunla beraber yardımcı melek vardı. Fakat benimle beraber beni kuşatan şeytan vardır. Öfkelendiğimde benden uzak durunuz ki, size kötü bir şey yapmayayım. Beni gözetiniz, doğru olduğumda bana yardımcı olun, haktan sapınca ise beni doğru yola iletin.”(Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s Sahabe, s.249)