“Pencereden kar geliyor,
Basma da fistan dar geliyor,
Gurbet bana zor geliyor
Oy amman amman, yar amman amman...”
Diye ırlanan, buram buram gurbet, acı kokan türkümüzü hepiniz bilirsiniz.
Sizi bilmem ama ben ne zaman bu içli sadayı duysam, gözümün önüne durmadan yağıp insanları eve hapseden kar ile soğuktan omuzlarını kısmış, üşüyen, sılaya hasreti dağ gibi büyümüş bir tazecik gelir.
“Pencere açıldı Bilâl Oğlan,
Piştov patladı,
Sorun bakın kanlı da Bilâl,
Yine kimi hakladı...”
Bu güzel melodili İstanbul türküsüne yorum yapmaya lüzum var mı ki? Aşikare her şey.
“Pencereden kuş uçtu,
Yandı yürek tutuştu...”
Der bir başkası.
“Penceresi cam cama muallim
Selam söylen amcama muallim...”
Der daha hareketlisi.
Ve gene bir başka şarkımız:
“Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin...”
Nağmesini yayar ince ince,
“Pencerenin perdesini, aç bana göster yüzünü...”
Der bir diğeri.
Liste bu kadar değil elbette. Bu saydıklarımı defalarca, büyük bir hazla, gözlerinizin önüne kim bilir hangi manzaralar nakşolarak kaç kere dinlemişsinizdir...
İlk yerleşik yurt ne zaman kuruldu, ilk yurdun ilk penceresini hangi dâhi insan açtı bilemiyoruz tabii ki. Bildiğim bir şey varsa, pencere denen şeyin hayli işe yaradığıdır. Evlerimizin, mabetlerimizin, işyerlerinin, onca kurumun, onca çatı altının duvarlarını süsleyen oyuklar olmasaydı halimiz ne olurdu bilemiyorum?
İster kerpiçten mamul bir dam altı olsun, ister buzdan yapılmış kutupluların yuvası, ister dallardan örülmüş bir Afrikalı barınağı, isterse de kırk odalı bir saray olsun, mutlaka pencereler açılmıştır uygun yerlere.
Bu pencerelerin, cümle insanı kışın kardan yağmurdan, soğuktan, yazın cehennemî sıcaktan, tozdan, türlü haşarattan, hayvandan... Koruduğunu söylememize lüzum var mı?
Güneşin sıcak ısısını, ayın büyülü ışığını, dört mevsimin gidişatını, günlük havalanmayı da bu oyuklar sağlamıştır hep.
Evvelce, yani camın icadından önce, yağlı kâğıtlar gerilmiştir pencerelere aydınlığı sağlaması için. Sonra kıl çadırdan, branda bezi barınağa, dayanıklı binalara, yağlı kâğıttan kristal cama bir geçiş olmuştur zaman içinde.
İlk yurdu kurup, ilk pencereyi icad eden insanoğlu, zaman geçtikçe icadlarına yenilerini eklemeyi de becermiştir. Mimarinin en ustalıklı modellerini uygulamıştır yapıların bu en görünen yerlerine. Dar, geniş, kare, dikdörtgen, üst tarafı oval, hattâ yuvarlak pencereler açmıştır. Ülkeden ülkeye, mevsimden mevsime değişiklik göstermiştir modeller.
O da yetmemiş patiskadan dantele, ipekten kadifeye çeşitli perdeler takmış; panjurlar, jaluziler, sineklikler... Sadesiyle, modellisiyle türlü türlü parmaklıklarla süslemiştir icadını. Geline benzetmiştir kolları, menteşeleri, pervazları, kanatlarıyla.
Önüne dizmiştir saksı saksı sardunyaları, camgüzellerini, hasekiküpelerini... Güney tarafa konulanlar, güneşle elbirliği yapıp göndermişlerdir kokularını şifa niyetine evdekilere buram buram; fesleğenler, güller, karanfiller olarak.
Pencere önüne oturarak asker oğlundan, gurbetteki kızından haber getirecek postacıyı beklemiştir yüreği hasretle dolu bir ana. Perde gerisinden izlemiştir sokağı, içi ezik bir taze. Pencere önüne oturarak torununa mektup okutturmuştur ak sakallı, gül kokulu bir dede.
Her ne kadar eski mimaride, mahrem alan sayıldığından, kimse kimsenin penceresini, avlusunu direkt olarak göremezse de, özellikle kadınlar arası pencere muhabbetleri pek tatlı gelmiştir yakın komşular arasında.
Pencere. Bir o kadar da sır aracıdır. İçerdekini dışarıya, dışarıdakini içeriye sızdırmamaya gayret eder. Evde ufak tefek tartışmalar olduğu zaman ilk önce açık olan pencereler kapanır, kırılan kol yen içinde kalsın, el âleme dedikodu konusu çıkmasın istenir.
Evin yaşlısınca, sabah ezanı vakti ardına kadar dayanır, kıble tarafına açılmış olan kapılar, pencereler. Maksat “nasip dağıtılırken bizim eve de hisse verilsin” düşüncesidir.
Kardan kürküne bürünerek gelen kışbaba, ayazlarda, olanca kuvvetiyle içeriye soğuğunu üflediğinde, elinden iş gelen aile efradından biri tarafından hamurlu ince şeritler halinde kağıtlar yapıştırılır ek yerlere. Daha güzden, evcimen birisi ince ince macun sürmüştür cam diplerine zaten. Sıcak soğuk temasından, kendiliğinden oluşan desenler, -yani tabii buzlu cam- insanın aklına durgunluk verir çerçeve içinden seyredenlere.
Silinir paklanır, ahşap kısımları evin gençlerince ovulur arada bir. Cam temizliği, evin aynası durumundadır. Kireç badanayla, ahşap eşyayla hayli samimidir. Pencereden içeri giren güneş sayesinde hekimlerin eli böğründe kalır. Evin, binanın can damarıdır. Hava kaynağıdır. Adı üstünde penceredir.
Amma velakin... gün gelip vakit çatınca, ilk icadı yapan insanoğlu bir de uydurukçasını hizmete sokmayı denemiştir. Tutmuştur da bu deney. Kazmalar vurulmaya başlamıştır pervazlara, kanatlara. Boynu bükük dökülmüştür yere cam kırıkları. Can kırıkları da desek olur ya.
Yerine dikilen ucubeler “bilmemnepen” olarak dudak bükmüştür evvelkilere. Göğe erişmek istercesine uzayıp giden katlara birer ikişer tırmanmaya başlamış, temelleri bir asır evvel atılmış konak yavrularının duvarlarına kurulma cüretliğini göstermiştir pervasızca...
Yakışıp yakışmadığını, mimariye uygun düşüp düşmediğini hesap etmeden atlamıştır insanımız bu plastik yığınlarına. “Ses geçirmiyor! Isıya dayanıklı! Macun derdi yok!” türünden beylik laflara kanıp evini donatmıştır, kapılara varıncaya kadar.
“Yangın durumunda, eriyip birbirine yapışıyor, dışarı kaçma imkanını engelliyor” söylentilerini arka tarafa atmıştır. Yenilik olsun da nasıl olursa olsun düsturuyla hareket etmiştir.
Altını ıslatan bir bebeğin kokusu da içeriye hapsolmuştur artık, dişlerinin arasına aldığı karanfili çiğneyen babaanneninki de. Plastik bir hayata tıkılıp kalmıştır evdekiler “ses, ısı, macun derdi yok” safsatalarıyla.
Sizi bilmem; ama ben odamda otururken satıcı sesiyle, ezan sesiyle, çocuk bağrışmalarıyla olmayı yeğliyorum. Alacakargayla düet yapan serçeyi, içeri sızan kar kokusunu, yağmur tıpırtısını işitmeyi istiyorum.
Velhasılı hapispen’den pencereye geçişiPENCEREDEN HAPİSPEN'E
Fatma Pekşen
“Pencereden kar geliyor,
Basma da fistan dar geliyor,
Gurbet bana zor geliyor
Oy amman amman, yar amman amman...”
Diye ırlanan, buram buram gurbet, acı kokan türkümüzü hepiniz bilirsiniz.
Sizi bilmem ama ben ne zaman bu içli sadayı duysam, gözümün önüne durmadan yağıp insanları eve hapseden kar ile soğuktan omuzlarını kısmış, üşüyen, sılaya hasreti dağ gibi büyümüş bir tazecik gelir.
“Pencere açıldı Bilâl Oğlan,
Piştov patladı,
Sorun bakın kanlı da Bilâl,
Yine kimi hakladı...”
Bu güzel melodili İstanbul türküsüne yorum yapmaya lüzum var mı ki? Aşikare her şey.
“Pencereden kuş uçtu,
Yandı yürek tutuştu...”
Der bir başkası.
“Penceresi cam cama muallim
Selam söylen amcama muallim...”
Der daha hareketlisi.
Ve gene bir başka şarkımız:
“Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin...”
Nağmesini yayar ince ince,
“Pencerenin perdesini, aç bana göster yüzünü...”
Der bir diğeri.
Liste bu kadar değil elbette. Bu saydıklarımı defalarca, büyük bir hazla, gözlerinizin önüne kim bilir hangi manzaralar nakşolarak kaç kere dinlemişsinizdir...
İlk yerleşik yurt ne zaman kuruldu, ilk yurdun ilk penceresini hangi dâhi insan açtı bilemiyoruz tabii ki. Bildiğim bir şey varsa, pencere denen şeyin hayli işe yaradığıdır. Evlerimizin, mabetlerimizin, işyerlerinin, onca kurumun, onca çatı altının duvarlarını süsleyen oyuklar olmasaydı halimiz ne olurdu bilemiyorum?
İster kerpiçten mamul bir dam altı olsun, ister buzdan yapılmış kutupluların yuvası, ister dallardan örülmüş bir Afrikalı barınağı, isterse de kırk odalı bir saray olsun, mutlaka pencereler açılmıştır uygun yerlere.
Bu pencerelerin, cümle insanı kışın kardan yağmurdan, soğuktan, yazın cehennemî sıcaktan, tozdan, türlü haşarattan, hayvandan... Koruduğunu söylememize lüzum var mı?
Güneşin sıcak ısısını, ayın büyülü ışığını, dört mevsimin gidişatını, günlük havalanmayı da bu oyuklar sağlamıştır hep.
Evvelce, yani camın icadından önce, yağlı kâğıtlar gerilmiştir pencerelere aydınlığı sağlaması için. Sonra kıl çadırdan, branda bezi barınağa, dayanıklı binalara, yağlı kâğıttan kristal cama bir geçiş olmuştur zaman içinde.
İlk yurdu kurup, ilk pencereyi icad eden insanoğlu, zaman geçtikçe icadlarına yenilerini eklemeyi de becermiştir. Mimarinin en ustalıklı modellerini uygulamıştır yapıların bu en görünen yerlerine. Dar, geniş, kare, dikdörtgen, üst tarafı oval, hattâ yuvarlak pencereler açmıştır. Ülkeden ülkeye, mevsimden mevsime değişiklik göstermiştir modeller.
O da yetmemiş patiskadan dantele, ipekten kadifeye çeşitli perdeler takmış; panjurlar, jaluziler, sineklikler... Sadesiyle, modellisiyle türlü türlü parmaklıklarla süslemiştir icadını. Geline benzetmiştir kolları, menteşeleri, pervazları, kanatlarıyla.
Önüne dizmiştir saksı saksı sardunyaları, camgüzellerini, hasekiküpelerini... Güney tarafa konulanlar, güneşle elbirliği yapıp göndermişlerdir kokularını şifa niyetine evdekilere buram buram; fesleğenler, güller, karanfiller olarak.
Pencere önüne oturarak asker oğlundan, gurbetteki kızından haber getirecek postacıyı beklemiştir yüreği hasretle dolu bir ana. Perde gerisinden izlemiştir sokağı, içi ezik bir taze. Pencere önüne oturarak torununa mektup okutturmuştur ak sakallı, gül kokulu bir dede.
Her ne kadar eski mimaride, mahrem alan sayıldığından, kimse kimsenin penceresini, avlusunu direkt olarak göremezse de, özellikle kadınlar arası pencere muhabbetleri pek tatlı gelmiştir yakın komşular arasında.
Pencere. Bir o kadar da sır aracıdır. İçerdekini dışarıya, dışarıdakini içeriye sızdırmamaya gayret eder. Evde ufak tefek tartışmalar olduğu zaman ilk önce açık olan pencereler kapanır, kırılan kol yen içinde kalsın, el âleme dedikodu konusu çıkmasın istenir.
Evin yaşlısınca, sabah ezanı vakti ardına kadar dayanır, kıble tarafına açılmış olan kapılar, pencereler. Maksat “nasip dağıtılırken bizim eve de hisse verilsin” düşüncesidir.
Kardan kürküne bürünerek gelen kışbaba, ayazlarda, olanca kuvvetiyle içeriye soğuğunu üflediğinde, elinden iş gelen aile efradından biri tarafından hamurlu ince şeritler halinde kağıtlar yapıştırılır ek yerlere. Daha güzden, evcimen birisi ince ince macun sürmüştür cam diplerine zaten. Sıcak soğuk temasından, kendiliğinden oluşan desenler, -yani tabii buzlu cam- insanın aklına durgunluk verir çerçeve içinden seyredenlere.
Silinir paklanır, ahşap kısımları evin gençlerince ovulur arada bir. Cam temizliği, evin aynası durumundadır. Kireç badanayla, ahşap eşyayla hayli samimidir. Pencereden içeri giren güneş sayesinde hekimlerin eli böğründe kalır. Evin, binanın can damarıdır. Hava kaynağıdır. Adı üstünde penceredir.
Amma velakin... gün gelip vakit çatınca, ilk icadı yapan insanoğlu bir de uydurukçasını hizmete sokmayı denemiştir. Tutmuştur da bu deney. Kazmalar vurulmaya başlamıştır pervazlara, kanatlara. Boynu bükük dökülmüştür yere cam kırıkları. Can kırıkları da desek olur ya.
Yerine dikilen ucubeler “bilmemnepen” olarak dudak bükmüştür evvelkilere. Göğe erişmek istercesine uzayıp giden katlara birer ikişer tırmanmaya başlamış, temelleri bir asır evvel atılmış konak yavrularının duvarlarına kurulma cüretliğini göstermiştir pervasızca...
Yakışıp yakışmadığını, mimariye uygun düşüp düşmediğini hesap etmeden atlamıştır insanımız bu plastik yığınlarına. “Ses geçirmiyor! Isıya dayanıklı! Macun derdi yok!” türünden beylik laflara kanıp evini donatmıştır, kapılara varıncaya kadar.
“Yangın durumunda, eriyip birbirine yapışıyor, dışarı kaçma imkanını engelliyor” söylentilerini arka tarafa atmıştır. Yenilik olsun da nasıl olursa olsun düsturuyla hareket etmiştir.
Altını ıslatan bir bebeğin kokusu da içeriye hapsolmuştur artık, dişlerinin arasına aldığı karanfili çiğneyen babaanneninki de. Plastik bir hayata tıkılıp kalmıştır evdekiler “ses, ısı, macun derdi yok” safsatalarıyla.
Sizi bilmem; ama ben odamda otururken satıcı sesiyle, ezan sesiyle, çocuk bağrışmalarıyla olmayı yeğliyorum. Alacakargayla düet yapan serçeyi, içeri sızan kar kokusunu, yağmur tıpırtısını işitmeyi istiyorum.
Velhasılı hapispen’den pencereye geçişi istiyorum. istiyorum.