Zaman zaman insanların bedenlerinin belli bir mekana hapsolmak istememesini sorguladım. İçimden sorularıma cevaplar arıyorum. İçime de pek güveniyorum sayılmaz fakat bedenlerimizin bu muzdarip halinden hoşnut olmadığımdan, içimden geleni yapma arzusunda oldum. Kim bilir belki de milletçe mekanlara sabit kalmak istemememiz, bir Orta Asya ruhunu hala içimizde taşıyor olmamızdandı. Belki de konar göçer bir dünya ve gelir geçer ömürlüğün hakikatini taşıyoruzdur. Kendi adıma söyleyeyim bunu düşünüyorken bile bir başka mekanın hayalini kuruyorum. Bu size fazlasıyla duygusal gelebilir. Fakat kendinizi dinlediğinizde veyahut ne istediğinizi anladığınızda mantığınıza uyabilir. Düşünsene tebdil-i mekanlar önermişti Yaradan. Tabi haliyle yarattığına "...yeryüzünü gezip de görün..." ayetiyle sesleniyordu. Öyleyse neden hala bir kaçma arzusu ya da macera tutkusu hissiyatıyla dönüyoruz avare bir şekilde. Sanki yakamızdan bir elin tutup, gitmek isteyeceği yerin rotasını çizmişti taaa en başından. Halbuki arada mesafeler dağlar, denizler, gökyüzü, tabiat vardı. Hâlâ hiçbir engeli görmeksizin gönlümüzce uzak mekanlar ve yeni bir hayatlar aradık. Tam o sırada zihnimizin melodramları çıkıyor karşımıza. Belli ki yer değiştirmek istediğimiz anların aşımına uğradık ve biz bunu kaçmak olgusu diye adlandırdık. O zaman kaçmak isteyeceğimiz anlar, kuyruğu sıkışan tenden midir? Atalarımız bu yüzden mi demiş: "ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin." Ne yani gitmek istemelerimiz baş dara düşünce midir? Mekan mekan gezip görmek istemelerimize dair bu şu mu demek oluyor? Öldükten sonra bile ruh durmuyordu cesedinde. Pekala yeni güzel şeylerin göçü gerekse, Darü´l İslam ve Cennet lazım bize. Sonuç itibarıyla ruhlarımız göçebe iken ve biz hala körebe misali yeni mekanlar arıyoruz.