USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Yüzyıllar Boyunca / Gazi Madalyalı Dedem

27-10-2023

Seferberlik...  Bu coğrafyada yediden yetmişe her bir insanımızın ölümüne verdiği istiklâl mücadelemizdir seferberlik.

Yüzyıl önceydi.

Var olma ve yeniden ayağa kalkmak için yokluk ve zorluk içinde vatanı, istiklali candan aziz bildiğimiz yıllardı... Geri döneceğini bilmeden her şeyi ardında bırakıp, gözü yaşlı annenin duasıyla cepheden cepheye amansız kurşunların, salgın hastalıkların altında yayan yapıldak koşturulan senelerdi... Anadolu insanı, yaşlısıyla genciyle yurdun dört bir tarafındaydı. Bin yıllık geçmişimizin emaneti olan bu topraklara sahip çıkma günleriydi... Bir asır önceydi…

Kimler gitmedi ki cephelere... Her haneden, her köyden, her bucaktan, eli silah tutabilecek kadar gencecikler, arkasında gözü yaşlı yavuklusunu, anasını bırakarak karda kışta, dağ bayır aşarak düştüler yollara...

İşte o cephelere düşen adsız kahramanlardan biri de rahmetli dedemdi.

Dedemin kardeşi, üç kardeşin en küçüğü. Süleyman Efendi. 1319 doğumlu yeni tarihle 1903 doğumluydu. Henüz  13 yaşındaydı daha...  Doğu cephesinde Rusların işgaline karşı bugünkü ismiyle Rize’nin Fındıklı ilçesine 3. Ordu 53. Alaya katıldı dedem...  Arhavi'deki direnişi kıran Rus Ordusu 1916’ın Şubat ayında girmişti Fındıklı’ya.  3. Orduya bağlı 53. Alayın müdafaa ettiği Fındıklı ve Karadeniz sahilinin ordu kumandanı Hacı Hamdi Paşa, kumandanı ise Yarbay Ali Rıza bey, Merkez kumandanlığı da teğmen rütbesinde Kadıoğlu Salim Efendi’nin komutasındaydı. İşte bu alaya 13 yaşındaki dedem Süleyman Efendi de bir nefer olarak katılmıştı. Geçenlerde Prof. Dr. Adnan Mahiroğulları’nın hazırladığı Cumhuriyet Üniversitesi Cüsam Yayınları’nın 2018’de yayımladığı “Birinci Dünya ve İstiklal Harplerinde Şehit Düşen - Madalya Alan Sivaslılar” kitabını okurken 199. sayfasında bir kayda rastladım. Hüzünlendim. Öylece kalakaldım. Ve rahmet diledim. O sayfalar dolusu şehit ve gaziler arasında okuduğum satır, insanın sözünün tükendiği yerdeki suskunluğuydu sanki. Nefesin boğazda düğümlediği andı. Listenin o satırında şöyle bir kayıt var: “Soyadı: Yasak, Adı: Süleyman, Baba adı: Mehmet,  Doğum tarihi: 1319, Mahallesi: İmaret, Rütbesi: er, Birliği: 53. Alay”

Dedelerimi göremedim, ben doğmadan vefat etmişler. Ama çocukluk yaşımda dedem olarak bildiğim ve hep “dedem” dediğim biri vardı: İbrahim ve Rıza dedelerimin kardeşi, Süleyman Dedem. Hafif bükülmüş beli, göğsüne düşen aksakalı ve başındaki kasketiyle bastonuna yaslanarak avlumuzdan çıkıp aheste adımlarla camiye gidişi hep gözlerimin önündedir. Bu gidişlerinde kendisine eşlik ettiğimi hatırlıyorum. Henüz küçüktüm, dört-beş yaşlarımdan ortaokul ikinci sınıfa kadar geçen sürede aynı avludaki iki ayrı evde beraber yaşamıştık. O nedenle neredeyse o günlerde hem yanımızdaydı, hem dedemizdi.

Şimdi, tarihin çok ötelerinden günümüze kalan, kalın duvarlı içeriye girdiğimizde o hep içimizi ısıtan, tanımlayamadığımız bir sükûnet ve huzurun tüm benliğimize yayıldığı İmaret Camisi’ne ne zaman gitsem, dedemi iki dizinin üstüne oturmuş, 99’luk tespihini çekerken hâlâ orada oturuyor olarak hayal ederim. Küçülmüş bedeni, zayıf yapısıyla dedem, nurani yüzü, mahzun gözleri, kırış kırış olmuş alnıyla başı hep önündeydi ve öyle eğik yürürdü. Kasket takardı dedem; sonradan öğrendim ki İhramcızade İsmail Efendinin muhibbanından imiş. Onun Yukarı Tekke’nin eteğinde yaptığı sahra sohbetlerine katılırmış. Tespih düşmeyen elinin birkaç parmağının kesikliğini sorduğumuzda ise “seferberlik hatırası” der, geçiştirirdi âdeta ve eklerdi hep “Rabbim bir daha o günleri yaşatmasın. Rabbim devletimize zeval vermesin”. Ne olmuştu, nasıl olmuşta parmakları yarıdan kesilmiş ve sakat kalmıştı; çocuk hafızamızda onlarca hayal kurardık.

Şimdi amcamların evinin duvarında bir çerçeve içinde asılı duran “Teşrinisani 1338/Kasım 1922” tarihli, kırmızı şeritli madalya ve belgesi, Anadolu’daki on binlerce evin en mutena yerinde hep gururla duruyor. Her bakışımızda bu coğrafyanın vatan olmasında dedelerimizin verdiği mücadeleyle bugün üzerinde yaşadığımız bu toprakların, mavi gökyüzünde özgürce salınan ay yıldızın, her gün beş vakit huzura ve kurtuluşa çağıran ezanın dünden bugüne devamını sağlayan ecdadımızı rahmet, minnet ve şükranla ne kadar ansak yine de az kalır. Bugün yeryüzünün bir ateş çemberi içinde kan ve gözyaşıyla kavrulduğu, nice masum çocuk ve kadın başta olmak üzere insanların evinden, yurdundan uzak kalmasını, bir sığınmacı olarak bile horlanmasını gördükçe, vatana sahip olmanın ne anlama geldiğini binlerce kez daha en ibretlik şekliyle görüyoruz.

Devletin varlığının ve vatanın bütünlüğünün bir millet için candan daha aziz olduğunu yüzyıl önce verdiğimiz şehitlerimiz ve o günden bugüne varlığımıza kasdedenlerin karşısında nice insanımızı şehit vererek koruyoruz, koruyacağız.

Gururla kutladığımız Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında, ecdadımızdan emanet aldığımız bu vatanı, bizden sonra gelecek olan binlerce yıla ve nesle emanet etmek bu topraklarda nefes alan herkesin önceliğidir, asli görevidir ve vefa borcudur.

Ruhları şad olsun bizden önce gidenlere, önde gidenlere!...

Selam olsun bu vatanı ve devleti koruyan ve koruyacak olanlara!...

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?